Bir kişilik özelliği mi olduğu yoksa geçici olarak ortaya çıkan bir olgu mu olduğu konusunda da bir karmaşa yaşanmıştır. Bazı araştırmacılar fizyolojik veya psikolojik hastalığı olan kişilerin tedavilerinden sonra psikolojik sıkıntılarının anlamlı derecede azaldığını ancak aleksitimi puanlarının değişmediğini görmüşlerdir (Saarijarvi, Salminen ve Toikka 2001; Mikolajczak ve Luminet, 2005; Honkalampi, Hintikka,
Laukkanen, Lehtonen ve Viinamaki, 2001; MartinezSanchez, Ato-Garcia ve OrtizSoria, 2003). Bu nedenle aleksitiminin bir kişilik özelliği olduğunu öne sürmüşlerdir. Ancak bu çalışmalara karşılık başka çalışmalarda ise çeşitli hastalıkların tedavisi sonucu aleksitimi puanlarının düştüğü görülmüştür (Fukunishi, Kikuchi, Wogan ve Takubo, 1997; Luminet, Bagby ve Taylor, 2001; Honkalampi, Hintikka, Laukkanen, Lehtonen ve Viinamaki, 2001; Honkalampi, Hintikka, Saarinen, Lehtonen ve Viinamaki, 2000). Bu nedenle bazı çalışmacılar da aleksitiminin geçici bir özellik olduğunu öne sürmüşlerdir. Aynı şekilde bazı araştırmacılar da ölümcül hastalığa yakalanma, savaşta yaralanma, taciz ve tecavüze uğrama ve travmatik yaşantı yaşama sonucunda kişinin yaşadığı stres sonucu aleksitimi geliştirebildiğini görmüşlerdir (Shipko, Alvarez ve Noviello 1983 ; Zeitlin, McNally ve Cassiday, 1993 ; Zlotnick ve ark., 1996 ; Lesser, 1985). Bu durumu Berthoz ve ark. (1999) acı verici olaylardan sonra aleksitiminin kişiyi koruma işlevi olduğunu söyleyerek açıklamışlardır.
Bilişsel Yaklaşım
Beck’e (2001) göre kişiler hayatları boyunca yaşadıkları, öğrendikleri sayesinde varsayımlar, genellemeler, düşünce sistemleri ve inanç sistemleri geliştirirler. Bunlar da hayat boyu tekrarlandıkça şemaları oluştururlar. Kişiler de bu şemaları dış dünyayı algılama ve yorumlama için kullanırlar. Bu kurama göre ise psikolojik problemlerin altında iç dünyaya ve dış dünyaya ait uyaranların yanlış yorumlanması yatmaktadır. Bu yanlış yorumlamalar da işlevsel olan şemaların yanı sıra işlevsel olmayan şemaların da oluşmasına yol açabilmektedir. Duygu ve davranışların da düşüncelerden etkilendiğini söyleyen bilişsel kuram aleksitimik özelliklerin bu şemalardaki bazı çarpıtmalardan meydana geldiğini söyler (Koçak, 2002).
Stoudemire (1991) için aleksitimik özellikleri olan kişilerin duygularını tanıma ve ifade etmeye ilişkin yaşadıkları zorluk, duygularını bedensel semptomlarla ifade etmeleri duyusal-hareketsel ve işlem öncesi olarak adlandırılan bilişsel gelişim dönemlerinde yaşadıkları eksikliklerden, burada saplanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bilişsel dönemin özelliği henüz duyguların ayrışmamış olması ve bu nedenle duyguların bedensel olarak ifade edilememesidir. Bu dönemde yaşanan zorluklar sonucunda bu evrede saplandıkları için aleksitimik özellikler geliştirmektedir.
Piaget’nin oluşturduğu kuramdan esinlenen Lane ve Schwartz (1987)’a göre duygular duygusal uyarılmaların bilişsel olarak değerlendirilmesinden sonra oluşmaktadır. Piaget’nin kuramının en alt basamağında da duygular ayrışmamıştır ve bedensel olarak ifade edilirler. Lane ve Schwartz da aleksitimi özelliklerine sahip kişilerin bahsedilen bu ilk döneme takılı kaldıklarını varsaymaktadırlar.
Psikanalitik Yaklaşım
Aleksitiminin tarihçesinde de bahsedildiği gibi aleksitimiyi anlamaya ilişkin çalışmalara psikanalist kuramcıların katkıları oldukça fazladır. Aynı şekilde aleksitiminin nedenselliğini açıklamak için de birçok farklı varsayım öne sürmüşlerdir.
Bu varsayımlardan birisi de aleksitimi ile çocuğun erken dönem yaşantısı arasında ilişki olduğu yönündedir. Bu konuda Wolf (1977) ebeveynleri çocuğun duygusal kendilik anlatımı, oyunculuk, duygusal açıdan kendini ifadesi gibi ihtiyaçlarını karşılamadığında bunun çocuğun yanlış benlik (false-self) geliştirmesine ve bu da çocuğun duygularını tanımamasına, yaşamamasına ve ifade etmemesine neden olacağını öne sürmüştür. Çocuğun erken dönem yaşantısı ile aleksitimi arasında ilişki olduğunu öne süren başka bir araştırması olan McDougall’a (1982) göre ise çocuğun erken dönemde annesiyle olan yaşantısında meydana gelen anne-çocuk bağlanma sürecinde yaşanan olumsuz bağlanma nedeniyle çocuğun içsel temsiller oluşturabilme ve imge kurma becerilerinin gelişimi engelleneceğinden dolayı çocuk hayal kurma ve düşlem yeteneklerinden mahrum kalacaktır. Bu da çocuğun gerçek benliğinin oluşması ve içgüdüsel ihtiyaçlarını sözel olarak ifade edebilme kapasitesini güçleştirip aleksitimik özelliklere zemin hazırlayacaktır.
Winnicott (1965) nesne ilişkileri kuramında bebeğin gelişim sürecinin annenin bebeğine karşı olan tutumunun bebeğin sağlıklı gelişimindeki önemine vurgu yapmıştır. Bu dönemde bebeğinin isteklerini zamanında karşılayan, destekleyen ve rahatlatan anneyi “yeterince iyi anne” olarak tanımlamıştır. Zamanında var olan “yeterince iyi anne”den bebeğin ayrışma dönemi geldiğinde gerektiğince uzaklaşabilmesini de beklemektedir. Aleksitimiyi nesne ilişkileri kuramı açısından açıklayan VonRad (1984) ise aleksitiminin ayrışma-birleşme döneminin gerekliliklerinin karşılanamaması nedeniyle öz-temsil (self-represantion) ve kimlik duygularının doğru gelişmemiş olması sonucu geliştiğini öne sürmüştür. Krystal (1979) ise aleksitimiyi gelişimsel bir çerçeveyle açıklamıştır. Ona göre bir bebeğin duyguları en başta bedensel, ayrışmamış ve sözelleşmemiştir. Bu nedenle bir bebek duygularını bedensel olarak ifade eder. Olağan gelişim devam ettikçe ise bu duygular giderek bedensellikten çıkıp ayrışır ve sözelleşir. Ancak bu süreçte yaşanan bebeklik çağına ait travmaların durdurucu etkisi ve erişkinlik çağına ait travmaların geriletici etkisi bulunmaktadır. Yani bu durumda Krystal’e göre bazı aleksitimik özellikler gösteren kişiler yaşadıkları psikolojik travma veya gelişimsel başarısızlıkları nedeniyle duygulanım yaşantılarının ilk dönemine saplanma ya da gerileme yaşamışlardır.
Bağlanma kuramına göre kişinin erken döneminde kendisine birincil bakım veren kişiyle geliştirdiği bağlanma stili onun ilerleyen dönemlerde duygu, düşünce davranışlarını şekillendirmede belirleyici bir role sahiptir (Bowbly, 1973; Hazan ve Shaver 1987). Ainsworth ve arkadaşları (1978) da bağlanma stillerinin temelde güvenli ve güvensiz olmak üzere 2’ye ayrıldığını söyler. Güvenli bağlanma stilinde birincil bakım veren kişinin bebeğine zamanında vb. karşılık verdiğini güvensiz bağlanmada ise bunun tersi olduğunu söyler. Berenbaum ve James (1994) güvensiz bağlanma ortamında büyüyen, kendilerini emniyette ve güvende hissetmeyen, duygu ifadesi için cesaretlendirilmeyen çocukların duygularını anlamakta, ifade etmede ve başa çıkmada zorlandıklarını söylemiştir. Bunu doğrular şekilde litetürde de güvensiz bağlanma stili ve aleksitimi düzeyi arasında pozitif yönde korelasyonların bulunduğu görülmektedir
Sosyal Öğrenme- Davranışçı Yaklaşım
Bu yaklaşımı benimseyen araştırmacılara göre kişiler doğumdan itibaren kültürleri ve sosyal ilişkileri sayesinde tüm davranışları öğrenirler.
Stoudemire (1991) de davranışçı yaklaşıma göre aleksitimik özelliklerin bireyler tarafından içinde yaşadıkları kültürden sosyal öğrenme yoluyla öğrenildiklerini öne sürmektedir. Yani bireyler iletişim yeteneklerini aileleri, kültürleri içinde öğrenirler. Eğer ait oldukları kültür duygularını ifade etmek yerine bastırmalarını ya da bedensel tepkiyle ifade etmelerini öğretiyorsa burada öğrenen bireyler aleksitimik özellik göstermeye yatkın olacaklardır. Benzer şekilde Berenbaum ve James (1994) aile özelliklerinde duygu ifadesinin destek görmediği ve aile içinde olumlu iletişimin az olduğu ailelerde öğrenen çocukların aleksitimik özellikleri daha fazla gösterdiklerini görmüşlerdir. Sosyal öğrenme kuramını destekler şekilde Levant ve ark. (2009) çocukluklarında ebeveynleri, öğretmenleri ve arkadaşları tarafından duygularını ifade etmelerine izin verilmeyen dahası cezalandırılan erkeklerin yetişkinliklerinde duygularının çoğu için farkındalıklarının ve kelime dağarcıklarının yetersiz olduğunu görmüştür.
Lesser (1981) aleksitimi kavramının duyguların ifadesinin hoş karşılanmadığı doğu felsefesinden ziyade duyguların ifadesinin doğru kabul edildiği batı felsefesinden etkilendiğini söylemektedir.
Nörofizyolojik yaklaşım
Nörofizyolojik yaklaşımı benimseyen araştırmacıların aleksitiminin bilişsel ve duygusal özelliklerini beyin yarım küreleri arasındaki kopuklukla ve sağ hemisferle frontal lobdaki hasarla açıkladıkları görülmüştür (Moruguchi ve ark, 2006).
Psikosomatik hastalıklarla ilgili yaptığı çalışmalarla bilinen MacLean (1949) çalışmalarının sonucunda psikosomatik hastalarının limbik sistemleri ve neokorteksleri arasındaki bağlantıda bir bozukluk olduğundan bahsetmiştir. Nemiah (1975) ise bu bilgiden yararlanarak aleksitimik kişilerde duyguların limbik sistemden neokortekse ulaşamadığını ve bu nedenle duyusal uyaranların duyusal yaşantılara dönemediğini öne sürdüğü bir varsayımda bulunmuştur. Limbik sistem ve neokortikal sistem arasındaki bağlantı kopukluğu nedeniyle bu kişiler duygularını uygun düşüncelerle bağdaştıramamaktadır ve bu nedenle hissettikleri duygularla alakasız içeriği olan cümleler kullanmaktadırlar. Bu durumu Sifneos (1996) duyguların afazisi olarak açıklamıştır. Hoppe ve Bogen (1977) ise aleksitimik özellik gösteren olgularda beynin iki yarım küresi arasındaki bağlantıda bir aksama olduğunu belirtmişlerdir. Bu bağlamda hastaların korpus kollosumlarını keserek çalışma yapmışlardır ve hastaların somatik şikayetler gösterdiklerini görmüşlerdir. Lane, Ahern ve Schwrtz (1997)’a göre ise beyindeki ön kabuk deneyimlenen duyguları işlemleme ve bunun sonucunda tepki verme süreçlerinde önemli rol oynamaktadır. Onlara göre o halde aleksitimi beynin ön kabuğundaki bir bozulmadan kaynaklanmaktadır. Moruguchi ve ark (2006)’a göre ise aleksitimi, medial prefrontal korteksteki hipoaktivite ile ilişkidir.
Aleksitimi ve Psikolojik Belirtiler
Alanyazın incelendiğinde aleksitimi ve çeşitli psikopatolojiler açısından (kaygı bozuklukları, depresyon, bağımlılık, yeme bozuklukları, travma sonrası stres bozuluğu vb. ) çok sayıda çalışmada pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler bulunduğu görülmektedir (Örneğin; Marchesi ve ark, 2005; Grabe, Ruhrmann, Ettelt, Müller, Buthz, Hochrein ve ark, 2006; Saarijarvi, Salminen ve Toikka, 2006 ; Thorberg, Young, Sullivan ve Lyvers, 2009 ; Evren ve ark., 2008 ; Burba, Oswald, Grigaliunien, Neverauskiene, Jankuviene ve Chue, 2006; Weinryb, Österberg, Blomquist, Hultcrantz, Krakau ve Åsberg, 2003). Ülkemizde yapılan çalışmalara bakıldığında aleksitimik özellikler gösteren bireylerin psikolojik belirti gösterme açısından karşılaştırıldıklarında yüksek aleksitimik özellikleri olan bireylerin anlamlı derecede daha fazla psikolojik belirti gösterdikleri görülmüştür (Evren ve ark., 2008). Başka bir çalışma da bu çalışmayla aynı doğrultuda sonuçlar vermiştir, aleksitimik olan kişilerin olmayan kişilere göre depresyon, kaygı, somatizasyon gibi belirtileri daha fazla gösterdikleri görülmüştür
ALİ ÇAPUTÇU
Katılın!
Yorumlar