BENLİK ALGISI

Bireyin kendini ne şekilde algıladığını ifade eder Ve diğer insanların onunla ilgili görüşleriyle birlikte şekillenen bir süreçtir. Bu süreç içerisinde, birey diğerlerine karşı olumlu bir imaj oluşturmak ister ve bu olumlu imajı sürdürmek için davranışlarda bulunur.

Diğer bir ifadeyle, bireyin kendisine ait olan nitelik ve davranışlarına ilişkin inancının bütünüdür. Psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik faktörlerden etkilenir ve yaşam döngüsünde önemli bir rol oynar.

Ayrıca bireyin, kendisi hakkında ne düşündüğünü, kendisini nasıl değerlendirdiğini ve algıladığını açıklar. Bireyin deneyimlerini içerir ve deneyimlerine verdiği değerleri yansıtır . Çocuklukta oluşmaya başlayan benlik algısı yaş ilerledikçe daha da zenginleşir. Bireyin sahip olduğu özellikleri, onu diğerlerinden ayıran nitelikleri ve yeterliliklerini nasıl algıladığının tümünü içerir.

Benlik algısı, bireyin hem dünyayı hem de kendi davranışını nasıl algıladığını etkilemektedir. Kendini güçlü ve becerikli biri olarak algılayan bir birey, kendisini güçsüz ve beceriksiz biri olarak algılayan bir bireyle kıyaslanırsa, ikisinin dünyayı algılama biçimleri ve davranışları birbirinden çok farklıdır. Bir birey son derece başarılı ve saygın olabilir, ancak kendisini başarısız olarak algılaması benlik algısıyla ilgilidir. Benlik kavramının gerçekliği yansıtması gerekmez. Benlik algısı, bireyin kendini değerlendirirken kullandığı tutumun yönüne bağlıdır. Bireylerin kendilerini algılayış tarzları, kendilerini nasıl gördükleri birbirlerinden farklılık gösterebilmektedir. Bir bireyin kendini değer görmeye lâyık biri olarak hissetmesi, yeteneklerini göstermesi, başarmaya olan inancı, kendisiyle gurur duyması, çevresindekiler tarafından takdir edilmesi, kendini sevmesi ve sahip olduğu özellikleri olduğu gibi kabul etmesi olumlu benliğin işaretlerindendir.

Birey, kendi benliğini hangi yöne yönlendirir ise, algıları da o yönde olmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken bireyin kendi ile ilgili fikirleri olumlu ise, benlik algısı yükselmekte; olumsuz yönde ise benlik algısı düşmektedir. Öte yandan benlik algısının oluşumunda, bireyin etkileşim halinde olduğu kişilerin tutum ve davranışları da önemli rol oynamaktadır.

Bireyin kimlik oluşturma aşamasındaki kazanımları ve çevresi üzerinde hakimiyet kurma ihtiyacını tatmin etme düzeyi üzerinde de durulmuştur.

Horney; “bireyin kendini gerçekleştirmesini engelleyen olumsuz çevresel faktörlerin, yalnızlık ve aşağılık duygularına yol açtığını ve bireyin kendi gerçek benliğine

yabancılaşmasına neden olduğunu” belirtmiştir. Bu sebeple bireyin hem kendi

düşünceleri hem de çevre etkeni benlik algısı oluşumunda önemli faktörler olarak

bilinmektedir.

Bireyin benlik algısı düzeyi ne kadar yüksek ise ruh sağlığı da o derecede yerinde

demektir. Çünkü olumlu benlik algısına sahip bireyler, kendilerine güvenirler ve değerli hissederler. Çocukluk dönemi benlik algısının olumlu gelişiminde önemli bir yer tutar. Bu dönemdeki yaşantılar, bireyin kendi hakkındaki kararlarını ve değerlerini oluşturur. Eğer çocukluk döneminde, sağlıklı benlik algısı gelişimine destek verilmez ise ergenlik döneminden itibaren benlik algısı için ciddi sorunlar ortaya çıkabilmektedir.

3. Benlik Saygısı (Öz Saygı)

Bir bireyin kendi değeri hakkındaki bütünlükçü öz değerlendirmesi ya da hissi öz saygı olarak tanımlanmaktadır. Kendinden memnun olmayı ve kendini olduğu gibi kabul etmeyi içeren olumlu bir özelliktir.

Öz saygı, benlik algısının bir boyutudur. Bireyin kendisi ile ilgili algısından yola çıkarak, kendisini kabul veya red kapsamında kendisine verdiği değerdir. Çocukluk döneminde, temel güven duygusunu oluşturan aile ve çocuğun sosyal çevre ile etkileşimi sonucu öz saygı ve öz yeterlilik duygusu oluşmaktadır. Benlik saygısı kişilik değişkenlerinden biri olarak ele alınmaktadır. Temel olarak bireyin kendisinden duyduğu memnuniyet olarak tanımlanabilir. Bireyin dış görünüşüne, kişilik ve psikolojik özelliklerine ilişkin algısının bir ifadesidir. Ayrıca bireyin akademik, sosyal ve özel hayatını etkileyebileceği düşünülmektedir.

Birey kendisini çeşitli yönlerden değerlendirerek bir sonuca ulaşır ve kendisi ile ilgili bir karara varır. Benlik kavramının beğenilip benimsenmesiyle benlik saygısı

oluşur. Benlik saygısı erken yaşlarda oluşmaya başlar, yaş aldıkça ve

yaşam dönemlerine göre değişkenlik göstererek şekillenir. Mesela evlenme, boşanma, yaşlanma, aileden uzakta ya da ayrı yaşama gibi çeşitli dönemlerde bedensel, psikolojik ve duygusal olarak yaşanan değişimlerin yanı sıra bireyin benlik kavramı ve benlik saygısı da farklılaşmaktadır. Ayrıca, benlik saygısı etkileşim halinde olunan çevreden özellikle aile, arkadaş grupları ve yaşıtlarından olumlu ya da olumsuz olarak etkilenmektedir.

Rosenberg’e göre benlik saygısı, bireyin kendi ile uyum halinde olması ve kendi yaptıklarından memnun olması durumudur. Benlik saygısı yüksek olan bireyler kendilerini başkalarından üstün tutmamakta, kusursuz olduklarını düşünmemekte, çok kabiliyetli ya da başarılı oldukları ile ilgili duygularını ifade etmemektedir. Bu bireyler, kendilerini toplumun kıymetli bir ferdi olarak bilmektedirler ve kendilerine saygı duymaktadırlar. Ayrıca benlik saygısı yüksek olan bireyler kendine güvenen, olumsuz ve zayıf yönlerinin bilincinde olan bireylerdir. Değişime açıktırlar ve kendilerinde gördükleri eksiklikleri gidermeye çalışırlar. Yeni şeyler üretme, olumsuz durumlarla baş edebilme ve stresi tolere edebilme gibi özelliklere sahip oldukları görülmüştür.

Benlik saygısı düşük bireyler ise, genellikle yapay olumlu bir benlik tavrı içinde görünmeye çalışırlar. Kendisini diğer bireylere kanıtlamak için umutsuz bir çaba

içindedir veya reddedileceği düşüncesiyle korkmaktadır.

Başka insanlarla etkileşim kurma konusunda endişe etmektedirler. Bu bireyler, toplumda kendi içine çekilebilen ve kendisiyle az gurur duyan bireyler olarak karşımıza çıkar.

Benlik saygısı düşük bireyin kendine güveni azdır, kolaylıkla ümitsizliğe kapılır. Bu nedenle olumsuz ruhsal belirtiler görülme olasılığı daha yüksektir. Bu bireylerde, öz güven eksikliği görülür ve sorumluluk almaktan, yeni şeyler denemekten kaçınırlar.

Ayrıca övgü ve eleştirileri kabullenmede zorluk çekerler ve bağımlı kişilik yapısına

sahiptirler. Başarısızlık karşısında kendini değersiz hissedebilmektedirler. Düşük benlik saygısına sahip bireylerin gelecek ile ilgili düşünceleri de olumsuzdur.

Düşük öz saygı, genç yetişkinlerin sorunlarının sebebi olarak görülmemektedir. Asıl neden, birçoğunun çocukken yaşadığı zor koşullardan kaçamamış olmasıdır.

2.4. Benlik Sunumu

Benlik sunumu, bireyin yaşam amaçlarına uygun ya da olumlu bir izlenim yansıtmak amacıyla planlanmış bir biçimde davranma ve kendini ifade etme durumu olarak tanımlanmaktadır. Bireyin, hem kendisine hem de dışardan onu izleyenlere, kendisini daha iyi gösterme isteğini ifade eder Başka bir ifade ile bireyin kendiyle alakalı bilgilerini paylaştığı ve sergilediği performansları diğerlerine iletme ve bunu sürdürme eylemidir. Değişen ve gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte oluşan yeni iletişim imkanları benlik sunumu için yeni bir ortam oluşturmuştur.

Goffman, bireylerin kişilerarası etkileşimde istenilen benliği sunmak amacıyla ne şekilde performans gösterdiği, sahne önü ve arkasındaki tavırlarını kıyaslayarak tiyatroyla bağdaştırmaktadır. Ayrıca, etkileşimde bulunanların aktör olarak görüldüğü üzerine vurgu yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bireyler benliklerini sunarken diğerleri üzerinde bir imaj oluşturma planı benimseyip onu istedikleri gibi yönlendirmek için çabalamaktadır. Goffman’ın benlik sunumu yaklaşımında, performans ve vitrin konsepti öne çıkmaktadır. Goffman’a göre performans, bireyin gözlemleyen topluluk önünde geçirdiği süre boyunca gösterdiği ve izleyiciler üzerinde etki bırakan tüm faaliyetleri; vitrin ise performansı sergilerken, birey tarafından bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kullanılan kalıplaşmış ifade şekilleri olarak açıklanmaktadır.

Alışık olunulan durumlarda, benlik sunumu bilinçli bir çaba sarf etmeden gerçekleşir. Alışkın olunmayan durumlarda, mesela etkilemek istenilen insanların olduğu bir ortamda ya da romantik olarak ilgilenilen birisi ile konuşurken, yaratılan izlenimler konusunda kaygılar oluşmaktadır ve birey bu durumda iyi bildiği bir arkadaşının yanında davrandığından daha farklı davranabilir.

Bireylerin benlik sunumları bir ihtiyaç olarak düşünülmektedir. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için, gündelik yaşantılarını gerçek ya da sanal bütün ortamları kullanarak sunarlar. Facebook gibi sosyal ağ içerikleri benlik sunumu için yeni bir ortam

sağlamaktadır. Kullanıcılar profillerinde ne tür resimleri, etkinlikleri ve ilgi alanlarını

gösterecekleri konusunda çok dikkatli davranırlar. Ayrıca, benlik sunumu ruh halini beklenmedik bir şekilde iyileştirebilir.

Ali Çaputçu

DEVİNİM

Part 2
Gözleri kırık çaydanlığa takıldı

ısınmıyor
Yanmıyor,pişemiyor çatlak demirler neden tutamıyor? güçlü bir çeliğe karşı kayıp giden sıcaklık.
Bir yudumluk tat için ne büyük eziyet
Konuştukları her an bitecek ama hiç tükenmeyecek gibi gelmesi normal mi?

Fahri betimleme rahatsızlıktan oluşmaz diye biliyorum. sonuçta edebi bir hal, ama böyle beklenmedik olaylara karşı yapılması şüphe uyandırıyor. Farklılaşan zihinler takılı kalabilecek hikayelere evriliyor ne garip. Sürekli böyle şeyler mi anlatıyor,hiç nasılsın diye sormadın mı?

Sorduklarımın cevabını hayal perdesinden dökülen nakış iplğine dokuyor.farklı cevaplar kafamdaki soruları değiştiriyor. Belki aşamadığım duvarlara daha sıkıca sarılıyorum bu yüzden.

Nasılsın?
Nasılız?
Nasılım?

Bir damla dünya adem denizin de.

BENLİK ALGISI

Benlik algısı, bireyin kendini ne şekilde algıladığını ifade eder Ve diğer insanların onunla ilgili görüşleriyle birlikte şekillenen bir süreçtir. Bu süreç İçerisinde, birey diğerlerine karşı olumlu bir imaj oluşturmak ister ve bu olumlu imajı Sürdürmek için davranışlarda bulunur.

Diğer bir ifadeyle,

Bireyin kendisine ait olan nitelik ve davranışlarına ilişkin inancının bütünüdür. Psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik faktörlerden etkilenir ve yaşam döngüsünde Önemli bir rol oynar.

Ayrıca bireyin, kendisi hakkında ne düşündüğünü, kendisini nasıl Değerlendirdiğini ve algıladığını açıklar. Bireyin deneyimlerini içerir ve deneyimlerine Verdiği değerleri yansıtır . Çocuklukta oluşmaya başlayan benlik Algısı yaş ilerledikçe daha da zenginleşir. Bireyin sahip olduğu özellikleri, onu Diğerlerinden ayıran nitelikleri ve yeterliliklerini nasıl algıladığının tümünü içerir

Benlik algısı, bireyin hem dünyayı hem de kendi davranışını nasıl algıladığını Etkilemektedir. Kendini güçlü ve becerikli biri olarak algılayan bir birey, kendisini Güçsüz ve beceriksiz biri olarak algılayan bir bireyle kıyaslanırsa, ikisinin dünyayı algılama biçimleri ve davranışları birbirinden çok farklıdır. Bir birey son derece

başarılı ve saygın olabilir, ancak kendisini başarısız olarak algılaması benlik algısıyla ilgilidir.Benlik kavramının gerçekliği yansıtması gerekmez. Benlik algısı, bireyin kendini değerlendirirken kullandığı tutumun yönüne bağlıdır. Bireylerin kendilerini algılayış tarzları, kendilerini nasıl gördükleri

birbirlerinden farklılık gösterebilmektedir. Bir bireyin kendini değer görmeye lâyık biri olarak hissetmesi, yeteneklerini göstermesi, başarmaya olan inancı, kendisiyle gurur duyması, çevresindekiler tarafından takdir edilmesi, kendini sevmesi ve sahip olduğu özellikleri olduğu gibi kabul etmesi olumlu benliğin işaretlerindendir.

Birey,

kendi benliğini hangi yöne yönlendirir ise, algıları da o yönde olmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken bireyin kendi ile ilgili fikirleri olumlu ise, benlik algısı yükselmekte; olumsuz yönde ise benlik algısı düşmektedir. Öte yandan benlik algısının oluşumunda, bireyin etkileşim halinde olduğu kişilerin tutum ve davranışları da önemli rol oynamaktadır.

Bireyin kimlik oluşturma aşamasındaki kazanımları ve çevresi üzerinde hakimiyet kurma ihtiyacını tatmin etme düzeyi üzerinde de durulmuştur.

Horney; “bireyin kendini gerçekleştirmesini engelleyen olumsuz çevresel faktörlerin,

yalnızlık ve aşağılık duygularına yol açtığını ve bireyin kendi gerçek benliğine

yabancılaşmasına neden olduğunu” belirtmiştir. Bu sebeple bireyin hem kendi

düşünceleri hem de çevre etkeni benlik algısı oluşumunda önemli faktörler olarak

bilinmektedir.

Bireyin benlik algısı düzeyi ne kadar yüksek ise ruh sağlığı da o derecede yerinde

demektir. Çünkü olumlu benlik algısına sahip bireyler, kendilerine

güvenirler ve değerli hissederler. Çocukluk dönemi benlik algısının olumlu

gelişiminde önemli bir yer tutar. Bu dönemdeki yaşantılar, bireyin kendi hakkındaki

kararlarını ve değerlerini oluşturur. Eğer çocukluk döneminde, sağlıklı benlik algısı

gelişimine destek verilmez ise ergenlik döneminden itibaren benlik algısı için ciddi

sorunlar ortaya çıkabilmektedir

3. Benlik Saygısı (Öz Saygı)

Bir bireyin kendi değeri hakkındaki bütünlükçü öz değerlendirmesi ya da hissi öz

saygı olarak tanımlanmaktadır. Kendinden memnun olmayı ve kendini

olduğu gibi kabul etmeyi içeren olumlu bir özelliktir.

Öz saygı,

benlik algısının bir boyutudur. Bireyin kendisi ile ilgili algısından yola çıkarak,

kendisini kabul veya red kapsamında kendisine verdiği değerdir. Çocukluk

döneminde, temel güven duygusunu oluşturan aile ve çocuğun sosyal çevre ile

etkileşimi sonucu öz saygı ve öz yeterlilik duygusu oluşmaktadır. Benlik saygısı kişilik değişkenlerinden biri olarak ele alınmaktadır. Temel

olarak bireyin kendisinden duyduğu memnuniyet olarak tanımlanabilir. Bireyin dış

görünüşüne, kişilik ve psikolojik özelliklerine ilişkin algısının bir ifadesidir. Ayrıca

bireyin akademik, sosyal ve özel hayatını etkileyebileceği düşünülmektedir.

Birey kendisini çeşitli yönlerden değerlendirerek bir sonuca ulaşır ve kendisi ile

ilgili bir karara varır. Benlik kavramının beğenilip benimsenmesiyle benlik saygısı

oluşur Benlik saygısı erken yaşlarda oluşmaya başlar, yaş aldıkça ve

yaşam dönemlerine göre değişkenlik göstererek şekillenir. Mesela evlenme, boşanma,

yaşlanma, aileden uzakta ya da ayrı yaşama gibi çeşitli dönemlerde bedensel,

psikolojik ve duygusal olarak yaşanan değişimlerin yanı sıra bireyin benlik kavramı

ve benlik saygısı da farklılaşmaktadır. Ayrıca, benlik saygısı etkileşim halinde olunan

çevreden özellikle aile, arkadaş grupları ve yaşıtlarından olumlu ya da olumsuz olarak

etkilenmektedir.

Rosenberg’e göre benlik saygısı, bireyin kendi ile uyum halinde olması ve kendi

yaptıklarından memnun olması durumudur. Benlik saygısı yüksek olan bireyler

kendilerini başkalarından üstün tutmamakta, kusursuz olduklarını düşünmemekte, çok

kabiliyetli ya da başarılı oldukları ile ilgili duygularını ifade etmemektedir. Bu

bireyler, kendilerini toplumun kıymetli bir ferdi olarak bilmektedirler ve kendilerine

saygı duymaktadırlar. Ayrıca benlik saygısı yüksek olan bireyler

kendine güvenen, olumsuz ve zayıf yönlerinin bilincinde olan bireylerdir. Değişime

açıktırlar ve kendilerinde gördükleri eksiklikleri gidermeye çalışırlar. Yeni şeyler

üretme, olumsuz durumlarla baş edebilme ve stresi tolere edebilme gibi özelliklere

sahip oldukları görülmüştür

Benlik saygısı düşük bireyler ise, genellikle yapay olumlu bir benlik tavrı içinde

görünmeye çalışırlar. Kendisini diğer bireylere kanıtlamak için umutsuz bir çaba

içindedir veya reddedileceği düşüncesiyle korkmaktadır. Başka insanlarla etkileşim

kurma konusunda endişe etmektedirler. Bu bireyler, toplumda kendi içine çekilebilen

ve kendisiyle az gurur duyan bireyler olarak karşımıza çıkar

Benlik saygısı düşük bireyin kendine güveni azdır, kolaylıkla ümitsizliğe kapılır. Bu

nedenle olumsuz ruhsal belirtiler görülme olasılığı daha yüksektir. Bu bireylerde, öz

güven eksikliği görülür ve sorumluluk almaktan, yeni şeyler denemekten kaçınırlar.

Ayrıca övgü ve eleştirileri kabullenmede zorluk çekerler ve bağımlı kişilik yapısına

sahiptirler. Başarısızlık karşısında kendini değersiz hissedebilmektedirler. Düşük

benlik saygısına sahip bireylerin gelecek ile ilgili düşünceleri de olumsuzdur

Düşük öz saygı, genç yetişkinlerin sorunlarının sebebi

olarak görülmemektedir. Asıl neden, birçoğunun çocukken yaşadığı zor koşullardan

kaçamamış olmasıdır

2.4. Benlik Sunumu

Benlik sunumu, bireyin yaşam amaçlarına uygun ya da olumlu bir izlenim

yansıtmak amacıyla planlanmış bir biçimde davranma ve kendini ifade etme durumu

olarak tanımlanmaktadır. Bireyin, hem kendisine hem de dışardan onu izleyenlere,

kendisini daha iyi gösterme isteğini ifade eder Başka bir ifade ile,

bireyin kendiyle alakalı bilgilerini paylaştığı ve sergilediği performansları diğerlerine

iletme ve bunu sürdürme eylemidir. Değişen ve gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte

oluşan yeni iletişim imkanları benlik sunumu için yeni bir ortam oluşturmuştur

Goffman, bireylerin kişilerarası etkileşimde istenilen benliği

sunmak amacıyla ne şekilde performans gösterdiği, sahne önü ve arkasındaki

tavırlarını kıyaslayarak tiyatroyla bağdaştırmaktadır. Ayrıca, etkileşimde bulunanların

aktör olarak görüldüğü üzerine vurgu yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bireyler

benliklerini sunarken diğerleri üzerinde bir imaj oluşturma planı benimseyip onu

istedikleri gibi yönlendirmek için çabalamaktadır. Goffman’ın benlik sunumu

yaklaşımında, performans ve vitrin konsepti öne çıkmaktadır. Goffman’a göre

performans, bireyin gözlemleyen topluluk önünde geçirdiği süre boyunca gösterdiği

ve izleyiciler üzerinde etki bırakan tüm faaliyetleri; vitrin ise performansı sergilerken,

birey tarafından bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kullanılan kalıplaşmış ifade şekilleri

olarak açıklanmaktadır.

Alışık olunulan durumlarda, benlik sunumu bilinçli bir çaba sarf etmeden

gerçekleşir. Alışkın olunmayan durumlarda, mesela etkilemek istenilen insanların

olduğu bir ortamda ya da romantik olarak ilgilenilen birisi ile konuşurken, yaratılan

izlenimler konusunda kaygılar oluşmaktadır ve birey bu durumda iyi bildiği bir

arkadaşının yanında davrandığından daha farklı davranabilir.

Bireylerin

benlik sunumları bir ihtiyaç olarak düşünülmektedir. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için,

gündelik yaşantılarını gerçek ya da sanal bütün ortamları kullanarak sunarlar. Facebook gibi sosyal ağ içerikleri benlik sunumu için yeni bir ortam

sağlamaktadır. Kullanıcılar profillerinde ne tür resimleri, etkinlikleri ve ilgi alanlarını

gösterecekleri konusunda çok dikkatli davranırlar. Ayrıca, benlik sunumu ruh halini

beklenmedik bir şekilde iyileştirebilir.

Ali Çaputçu

DEVİNİM

Part 1

Tesise geldik
Terapi sonucu başarısız olan hastalara burda ilaçlar hazırlanıyor.

Yönetici bizi gezdirirken ilaçların üretildiği yere geldiğimiz sırada
Lafa atıldım
ilacı atmadan size bir hikaye yazacağım midede çözülme zamanı 7 dakika ve kana karışmasını beklemek daha uzun sürüyor,
Daha sonra tekrar tekrar içmeniz gerekecek ama ben size tek seferde beynin devasa mükemmelliğini kullanarak tedavi edebilecek bir fonetik yaratacağımı Vadediyorum!
Ben bir bordline hastasıyım ve bir şeyler karalıyorum lütfen ciddiye alın!
.
Herşeyin değişmesine yardımcı olabilecek bir 7 dakika

Okuduğum sıralarda yöneticinin etrafında gezerek ona tane tane yazdıklarımı okudum

Bir psikoloğun çözüm odaklı olması gerektiğini düşünmeden ileriye götürebileceğini akıl edememişti.

Bu vücüdunu ve beynini serbest bırakır ve yapılan tüm saldırılara savunmasız kalır

Konuştukça etkilenir ve bağlanır

Adam iyice kötüleşti ve fenalaştı etkisinden çıkmaya çalışırsa artık daha çok düşünmek zorunda kalacaktı ve nitekim öyle oldu.

Arakadaşıma bağırmaya başladı ve ona şunları söyledim

İşte Kubilay bey herşey 7 dakika önce daha iyiydi diyeceğiniz bir noktadayız. daha iyi bir 7 saat için asla ilaca ihtiyacımız yok

KUANTUM TEORİSİ VE TEOLOJİK YANSIMALARI

KUANTUM TEORİSİ VE TEOLOJİK YANSIMALARI

İnsanlığın üzerinde var olduğu mekân evrendir. Eylemsel ya da düşünsel etkinliklerinin tümü yine doğa üzerinde gerçekleştirir. Bu durum zorunlu bir etkileşimi beraberinde getirmektedir. İlk zamanlar insan ile doğa arasında, insanın hayatta kalma çabası ve temel ihtiyaçların karşılanması gibi basit düzeyde bir etkileşim söz konusu iken daha sonraki süreçlerde insanın anlam arayışından ve sahip olduğu inançtan mütevellit içinde yaşadığı evreni merak ve araştırma güdüsünden bu etkileşimi daha karmaşık yapıp derinleşmiştir. Yüzyıllardır süre gelen bu etkileşim, beraberinde birçok buluş ve bilimsel gelişme de meydana getirmiştir. Bu bilimsel gelişmelerden en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz “Kuantum Teorisidir.”

Kuantum teorisi, atom ve atom altı parçacıkları ve bu parçacıkların davranışları ile ilgilidir. Bu teorinin oluşmasında o zaman için parçacıkların bilinen hiçbir kurala ve formüle girmeyen davranışları temel teşkil eder. Aynı zamanda bu teori klasik fiziğin gözle görülemeyen atom ve atom altı cisimlerin davranışlarını açıklamada yetersiz kaldığı noktada ortaya çıkarak modern fiziğin başlangıcı olmuştur. Kuantum teorisi tek bir kişi tarafından değil, birçok bilim adamının farklı zamanlarda yaptığı çalışmalarla ortaya çıkmış ve geliştirilmiştir. Bu bilim adamlarından bazıları; Max Planck (1858- 1947), Ernest Rutherford (1871-1937), Albert Einstein, Niels Bohr (1885-1962), Werner

Heisenberg (1901-1976), Louis De Broglie (1892-1987), Paul Dirac (,1902-1984) Wolfgang Pauli (1900- 1958) ve Erwin Schrödinger (1887- 1961)’dir.

Öncelikle belirtmemiz gerekir ki kuantum mekaniği, Newtoncu fiziğin açıkladığı madde, enerji, uzay ve zaman gibi doğa tasavvurlarını meydana getiren temel kavramları ve onların birbirleriyle olan ilişkilerinden türeyen fizik yasalarını yeniden açıklamıştır. Örneğin, Newton fiziğinde birbirinden temelde iki farklı kavram olarak anlaşılmış olan enerji ve madde kuantum fiziğinde birleştirilerek, yeni fizikte parçacık adı verilen, ortak kökene sahip dinamik parçalar olarak kabul edilmiştir. Kuantum teorisini anlamak için önceden değineceğimiz teorilerden biri olan görelilik teorisi de oldukça önemlidir. Bu teori Newton fiziğinin büyük cisimlerin hareketlerini açıklamadaki başarısına karşın küçük taneciklerden oluşan maddenin açıklanmasındaki yetersizliğini ve alan kavramının önemini ortaya çıkarmıştır. Kuantum fiziği ise alan teorisi ile birlikte daha da ileri giderek, maddenin nihaî yapıtaşlarından oluştuğu fikrinden vazgeçerek fiziksel gerçekliğin temelde maddî olmadığı varsayımını dayanak kabul etmiştir.

Fizik alanındaki bu gelişmeler sadece bilim alanında değişikliklere neden olmamış, felsefe ve din gibi önemli alanlar üzerinde de yansımaları olmuştur. Örneğin Newton fiziğinin felsefi bir neticesi olarak determinizm anlayışında meydana gelen köklü değişimler Tanrı- insan, Tanrı-doğa ilişkisinin de yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Ayrıca görelilik teorisi ile birlikte hem din hem bilim alanında keskin kabullerin yerini ihtimal ve olasılığa bırakmasını da sağlamamıştır. Bu sebep bazı dindar düşünürlerin din hakkındaki düşüncelerini desteklemek için bilimsel bilgilere başvururken daha temkinli olmalarını sağlarken bilimi kullanarak dinin ve mutlak yaratıcının olmadığını düşünenlerinde aynı şekilde rastgele bilimsel bilgileri argüman haline getiremeyeceklerini göstermiş oldu.

Bu bölümde kuantum teorisini ele alırken bu teorinin aynı diğer bilimsel gelişmeler gibi bir anda ortaya çıkmadığının farkında olarak teorinin belli başlı öne çıkan ve önemli sayılan bilimsel gelişmeleri kronolojik olarak anlatarak kuantum teorisinin günümüze kadar devam eden serüvenini aktaracağız. Bunu yaparken ilk olarak klasik fizikten modern fiziğe geçişin başlangıcı sayılan Isaac Newton’un (1642- 1727) fiziğinden başlayacağız.

2.1. Kuantum Teorisi

2.1.1. Newton fiziği

Kuantum teorisini anlamak için öncelikle Isaac Newton’un fiziğini ele almamız gerek. Zira Kuantum fiziği ve diğer yeni kavrayışlar Newton’un üç asır boyunca kabul gören üç hareket yasası, kütle çekim yasası, gezegenlerin hareketleri ve yörüngeleriyle ilgili çalışmalar ve optik alanında yaptığı araştırmalar üzerine kurulmuştur.

Isaac Newton, bilimsel dünya görüşünün öncülerinden biri olan ve klasik fiziğin kurucusu olarak kabul edilen İngiliz fizikçi ve matematikçidir. Newton, evrensel kütle çekim yasasını bularak fizikte, diferansiyel ve integral hesabı bularak da matematikte devrim gerçekleştirmiş bunların yanı sıra ışık ve yansıma kuramlarına da katkılarda bulunmuştur. Newton aynı zamanda yazdığı Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeler) adlı eserinde evrensel kütle çekim yasası ile birlikte mekaniğin üç temel yasasını ortaya koymuş, yöntem olarak da gözlem ve tümevarıma dayanan bir yöntem kullanmıştır.

Newton’un ortaya koyduğu devrimler bir anda ortaya çıkmamıştır. Newton öncesi dönemde Kopernik, Kepler ve Galileo’nun üzerinde çalıştığı bilimsel araştırmalar Newton için belli bir birikim oluşturmuştur. Ancak tüm bu birikimler o dönem için belli bir düzen içerisinde değil bir karmaşa halindeydi. Newton, yaptığı çalışmalar ile birlikte hem yöntemsel hem de teorik olarak Kopernik ve Galileo ile başlayan bilim devriminin içinde bulunduğu bu karmaşanın nihai ifadesini ve tutarlı düzenlemesini temsil etmektedir.

Newton fiziği dönemin çözümlenmek istenen problemleri üzerine kurulmuştur. Örneğin gezegen hareketleri esnasında kendi yörüngesi üstünde kat ettiği mesafeden, herhangi bir zamandaki hızını bulmak, gezegenin hızından ise herhangi bir anda yörüngesinin neresinde bulunacağını hesaplamak gibi problemleri çözümlemek için uzunluklar, alanlar, hacimler ve sıcaklıklar gibi niceliklerin değişme oranı üzerinde düşünerek diferansiyel integral hesabı bulmuştur. Dönemin başka bir problemi olan ve Galileo’nun eylemsizlik ilkesi ile değişikliğe uğramış hareket yasasının gök mekaniğini ilgilendiren boyutu olan gezegenlerin neden hep aynı yörüngede kaldığı problemini ele alarak evrensel çekim kanunu kanıtlamıştır.

İleride hem görelilik hem de kuantum teorisinin temelini oluşturan kütle çekim yasası, hareket problemini yeniden ele alarak gezegenlerin neden git gide uzaklaşmaları gerekirken Güneşin etrafında uzaklaşmadan döndüğünü açıklığa kavuşturmuştur. Newton bunu Palton’dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galileo’nun ölçtüğü gravatisyonda bulur. Buna göre Dünya’nın çevresinde dolanan Ay’ı yörüngesinde tutan kuvvet ile taşın yere düşmesini sağlayan kuvvet aynıdır. Newton’a göre evrendeki kütlesi olan her cisim birlerini kütleleri ile doğru aralarındaki mesafenin karesine ters oranda çeker. Buna bağlı olarak iki cismin arasındaki mesafe ne kadar çok ise çekim kuvveti de o kadar azdır. Çekim yasasında kütle kavramı da oldukça önemli olup hacimlerin pek bir önemi yoktur. Bu nedenle iki cisim arasındaki mesafe ölçülürken cisimlerin hacim merkezleri değil, kütle merkezleri baz alınır.115

Gök mekaniğinin dışında fiziksel nesnelerin hareketlerindeki değişmeleri açıklayabilmek ve bir cisme etki eden kuvvetler ile cismin hareketi arasındaki ilişkiyi açıklamak için üç ayrı yasa tespit edilmiştir:

1. Eylemsizlik yasası olarak isimlendirilen bu yasa, eğer bir cisim hareketsiz ise

Veya doğru üzerinde sabit bir hızda hareket ediyorsa üzerine bir kuvvet uygulanmadığı sürece bulunduğu durumu sürdüreceğimi belirtir. Newton bunu, her cismin üzerine uygulanan kuvvetler yoluyla durağan ya da doğru bir çizgide biçimdeş devim durumunu değiştirmeye zorlanmadıkça o durumu sürdürür şeklinde açıklamıştır.

2. İkinci yasa olan F = m a, bir cisme etki eden “F” kuvvetinin, cismin kütlesi olan “m” ile ivmesi “a” ya eşit olduğunu belirtir. Yani devim değişimi uygulanan devindirici kuvvet ile orantılıdır ve o kuvvetin uygulandığı doğru çizginin yönünde olur.

3. Etki- tepki yasası olarak da bilinen üçüncü yasa iki cismin birbirleri üzerindeki etkilerinin her zaman eşit büyüklükte ve zıt yönlerde olduğunu belirtir. Her etkiye veya her eyleme karşıt olan eşit bir tepki vardır ve aykırı parçalara yöneliktir.

Newton’un hareket yasası olarak da bilenen bu yasalar temel olarak Newton’un evrenin fiziksel yapısının parçacıklar olarak adlandırılan, sonsuz küçük maddi noktalardan oluştuğu kabulüne dayanmaktadır. Bu parçacıklar kütle, elektrik yükü ve konum içermektedir. Aynı zamanda bu parçacıklardan oluşan nesnelerin davranışları prensipte kendilerini oluşturan parçacıkların davranışları tarafından belirlenir. Bu bağlamda felsefi içerimleri olan Newton mekaniği zamanın belirli bir anı için evrendeki herhangi bir parçacığın konumunun ve diğer içsel özelliklerinin ayrıca parçacığın konumunun zaman içindeki değişiklilerin öngörülebilir olmasından dolayı determinist bir yapıdadır.

Daha önce belirttiğimiz gibi kuantum fiziği gibi bilimdeki birçok yeni kavrayış

Newton fiziği üzerine kurulmuştur. Bunu kuantum fiziği özelinde ele aldığımızda Newton’un optik alanında yaptığı çalışmalar oldukça önemlidir. Newton’un ışık hakkındaki fikirleri çoğunlukla katı cisimlerin ve gezegen yörüngelerinin davranışları hakkındaki fikirlerine dayanmaktadır. Newton, cisimlerin davranışlarına yönelik gündelik bilgilerinizin yanıltıcı olabileceğini ve bir cismin ya da parçacığın dışarıdan herhangi bir etkiye maruz kalmadığı durumlarda yeryüzündeki bir parçacıktan farkı davranması gerektiğini fark etmiştir. Bundan yola çıkarak ve aynı zamanda ışığında diğer nesneler gibi tanecili bir yapıdan olduğunu kabul ederek;

– Işık, ışıklı nesnelerden çıkan çok küçük taneciklerden oluşur

– Işık tanecikleri tamamen olağan ve mekanik kanunlara bağlıdırlar

– Işık tanecikleri sert bir cisim ile karşılaştığında, bazı kuvvetlerin etkisiyle sapmaya uğrar, şeklinde ilkeler öne sürmüştür.

Özellikle Newton’un ışığı parçacık halinde kabul etmesi ve bu fikrini desteklemek için çeşitli açıklamalar ve ilkeler öne sürmesi kuantum fiziğinde ışığın hareketi hakkında önemli bir yer teşkil etmektedir. Daha sonra ele alacağımız Einstein’ın foto elektrik hakkındaki çıkarımları Newton’un ışığın parçacıklı bir yapıda olması ve Thomas Young’un (1773- 1829) “dalga kuramının” bir sentezi olduğunu göreceğiz.

Newton tarafından formülleştirilen bu yasalar evrenin yapı ve işleyişinin mekanik nitelikte olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu mekanik anlayış içinde, her olgunun nedenini başka bir olguda aramak gerekir. Her ne kadar Newton, Tanrı kavramına başvurmaksızın evrenin açıklanamayacağı inancında olsa da onun açtığı bilimsel yolundan ilerleyenler bunun aksinde bir düşüncede olup, evrenin salt mekanik kavramlarla açıklanabileceği savında bulunmuşlardır. 19. Yy. Isı, ışık, elektrik ve kimya problemlerinin mekanik yöntemlerle çözümlenebileceği görülünce, mekanik dünya görüşü kuantum teorisinin ortaya çıkışına kadar dönemin bilimsel görüş olarak kabul edilmiştir.

2.1.2. Işığın tabiatı ve elektromanyetizma

Kuantum teorisi ışığın tabiatının anlaşılma çalışmalarından ortaya çıkması nedeniyle konunun daha anlaşılabilir olması için ışığın yapısı hakkında ortaya atılan görüşler önem arz etmektedir.

Işık ve onun niteliğine yönelik görüşlerin geçmişi çok eski olmakla birlikte ilk kez köklü ve ayrıntılı olarak 17. Yüzyılda Newton’un yaptığı tanecik ve Grimaldi’nin (1618- 1663) ileri sürdüğü ve daha sonra Huygens’in (1629- 1695) geliştirdiği dalga kuramı olarak iki farklı şekilde ortaya çıkmıştır.

Huygens, ışığın parçacıklardan değil, dalgalardan meydana geldiği düşüncesindeydi. Teorisini ilk kez 1678’de Paris Bilimler Akademisi’nde açıklayan Huygens bu düşüncesini daha sonra tam ve ayrıntılı biçimde yayınladığı Traite de la Lumiere adlı kitabında ortaya koydu. Tüm uzayın baştan aşağı dolduran bir ortamın ( ether- esir) varlığını kabul eden Huygens son derece ince ve elastik nitelikte olan bu ortamın, ışığın yayılma hareketi için gerekli olduğunu iddia etmiştir. Ona göre, ışık saçan bir nesne bulunduğu mekânda belli aralıklarla bir titreşim oluşturur. Bu titreşimlerin yol açtığı düzenli küresel dalgalar her yana ve yöne yayılır. Huygens bu dalgalar üzerindeki her noktada yeni küresel dalgalara yol açan bir titreşimin var olduğu, böylece dalgaların kendi kendilerini harekete geçirerek yayıldığını ileri sürmektedir.

Newton ise ışığın yapısı ve davranışını, maddenin parçacıklardan oluştuğunu görüşüyle paralel olup ışığında parçacıklardan oluştuğunu söyler. Bu fikrini desteklemek için güneş ışığını bir prizmadan geçirerek “spektrum” adını verdiği bir renk demeti elde ederek beyaz ışığın bütün renklerin üst üste binmesi olarak açıklamıştır.

Işığın tıpkı bir silahtan saçılan kurşunlar gibi kaynaktan yayılan ışık taneciklerinin akımından oluştuğunu iddia eden Newton , dalga kuramına itiraz ederek bu kuramın benimsenmesi durumunda başta ışığın doğrusal yayılması olmak üzere, yansıma, kırılma ve renklerin oluşumu gibi belli başlı optik konularının açıklanmasının olanaksız olduğunu belirtir. Newton’un geliştirdiği bu itirazlar ve Huygens’in kuramının yeterince güçlü ve güvenilir olmaması o dönem için Newton’un kuramını daha kabul edilebilir kıldı.

18. yüzyıla gelindiğinde Thomas Young (1773- 1829) bir deney yaptı. Young bu deneyde tek renkli ışığı, birbirine çok yakın iki dar yarıktan geçirdi. İki dar yarıktan geçen ışık arka tarafta bulunan ekran üzerinde parlak ve karanlık bantlar oluşturdu. Yarıklardan biri kapatılınca bu bantların yok olması nedeniyle Young ışık ışınlarının tıpkı denizdeki dalgalar gibi, bazen birbirlerini güçlendirdiğini bazen de yok ettiğini fark ederek bu durumu ışığın da dalgalar halinde yol aldığı şeklinde izah etmiştir. Çift Yarık deneyi olarak da bilinen Young’un bu deneyi ışık hakkında yapılan tartışmalarda dalga teorisinin lehinde bir adım olmuştur.

İngiliz fizikçi James Clerk Maxwell de 1865’te ışığın yayılması ile ilgili olarak elektrik ve manyetik kuvvetleri açıklamada kullanılan bir kısım kuramları bir araya getirerek konuyu farklı bir boyuta taşımıştır. Aslında elektrik ve manyetik kuvvetler eski dönemlerden beri biliniyor olsalar da elektrik yüklü iki cisim arasındaki gücü yöneten nicel yasalar ancak 18. Yüzyılda saptandıktan sonra 19. Yüzyılın başlarında bazı fizikçiler manyetik kuvvet yasalarını belirledi. Maxwell matematiksel olarak, elektrik ve manyetik güçlerin birbirlerine doğru hareket eden parçacıklardan kaynaklanmadığına açıklık getirdi.

Yani her elektrik akımı ve yükün, bulunduğu uzayda bir alan yarattığı ve bu alanın uzaydaki her elektrik akımına ve yüküne bir kuvvet uyguladığını ortaya çıkararak elektrik ve manyetik kuvvetleri tek alanda birlikte taşındığını keşfetti. Elektrik ve manyetiğin aynı kuvvetin ayrılmaz parçaları olduğunu keşfettikten sonra buna “elektromanyetik kuvvet” adını verdi ve bu kuvveti taşıyan alana da “elektromanyetik alan” dedi. Maxwell’in bu kuramı ışığın dalga halinde uzayda nasıl hareket ettiğini daha açıklayıcı bir şekilde destekleyerek Newton’un zayıflayan kuramını bir adım daha geçmiştir.

Işığın davranışı ile ilgili konu daha sonra tekrar Einstein tarafından tekrar ele alındı.

Einstein öncelikle foto elektrik etkisi problemine yönelik çalışmalarda bu problemin ancak ışığın tanecik veya paketçiklerden oluştuğu varsayımıyla açıklanabileceğini söylemiştir. Einstein bu paketçiklere “foton” adını vermiş ancak ışığın dalga olmadığı varsayıldığında, kırınımın ve girişimin açıklanamayacağını bildiği için dalga fikrinden de vazgeçmedi. Bu nedenle her iki kuramı da gözeterek “Bazı ışık olayları dalga kuramıyla bazılarını da foton kuramıyla açıklamamız gerekir” varsayımını oluşturmuştur.

Oluşturulan bu varsayımla birlikte Einstein, “foton kuramı” ile bu iki kuram arasında bir köprü kurmuştur. Bu köprü dalga boyu kavramından foton enerjisi kavramına geçmeye olanak sağlamıştır. Yani her dalga boyuna belli bir foton enerjisi ve her foton enerjisine de belli bir dalga boyu karşılık gelmektedir.134 Daha sonrasında kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket bu parçacıkların davranışları “kuantum mekaniksel bir davranış biçimi” olarak adlandırılmıştır.

Işığın davranışlarıyla ilgili tüm bu kuramlar kuantum teorisinin hem çıkış noktası olmuş hem de teorinin gelişmesinde ve gönümüzdeki haline kavuşmasında önemli katıklar sağlamıştır.

ZİHİN KURAMI

İnsan davranışını ve altında yatan zihinsel yapılanmayı açıklamaya yönelik sosyal kognitif kuramın bakış açısında öne çıkan kavramlardan biri zihin kuramıdır. Bu kuram insana dair birçok karmaşık özelliği bir arada açıklayabilme gücüne sahiptir. Zihin, bireyin rastladığı durumları ve olayları muhakeme edebilme ve gerçekliğe uygun şekilde değerlendirebilme becerisini içerisine almaktadır. Bu becerilerin arasında duyguları, inançları ve ona yönelik duyguları da anlayabilme gibi önemli yetiler bulunmaktadır (Frith 1992). Zihin kuramı, diğer kişilerin gözlemlenebilen davranış kalıplarını bireyin zihinsel açıdan kavrayabilme ve kavradığı şekilde çözümleme becerisi olarak da değerlendirilmiştir (Premack ve Woodruff 1978). Başka araştırmacılar ise bu kavramı zihinselleştirme olarak açıklamışlardır. Zihinselleştirme kavramı, bireyin kendi ve diğer bireylerin zihin olarak durum ve olaylara verdiği tepkileri kavraması ile bunları kendi zihni açısından tekrar değerlendirmesi olarak da açıklanmaktadır.

Tanım:

Psikopatoloji literatüründe yapılan çalışmalar gözden geçirildiğinde ZK kavramı ilk olarak 1985’te otizm spektrum bozukluğu olan çocuklarda incelenmiş ve bu çocuklarda ZK becerisinde zeka geriliğinden ayrı tutularak, yetersizlik gözlendiği tespit edilmiştir (Baron-Cohen, Leslie ve Frith 1985). İzleyen zamanda diğer psikiyatrik, nörolojik ve nörogelişimsel rahatsızlıklar açısından incelemek için de çalışmalar

yapılmıştır. Yaklaşık 30 senelik yakın geçmişte yapılan çalışmalara bakıldığında ZK’nın daha çok incelendiği gözlenmektedir. Premack ve Woodruff 1978’te ZK kavramını tanımlamış olsa da, Wirmer ve Perner 1983’te ilk defa insanlar üzerinde ölçümleme yapmışlardır. Çocuklar üzerinde yaptıkları çalışmada ortaya çıkardıkları birincil derece yanlış inanç testi olarak ‘Maxi ve Çikolata’ dizisini 4-6 yaş aralığında çocukların ötekilerin niyet ve niyetlerine yönelik davranışlarını öngörebilme becerisine sahip olduklarını tespit etmiştir. İzleyen çalışmalarda ZK yetilerini ölçümleyen ikinci derece yanlış inanç, metafor ve ironiyi kavrama, kinayeyi anlama, faux pas, gözlerden zihin okuma vb. birçok test geliştirilmiştir. Zihin kuramı genellikle yanlış inanç testleriyle sınanmaktadır. Sally ve Anne testi yanlış inanç testleri arasında ilk akla gelen emsalidir. Zihin kuramı teorisini açıklamak için iki ayrı kuram ortaya çıkmaktadır. İlki sosyal kognitif zihin kuramıdır. Bu kuram kişinin, başkalarının davranışlarını gözlemleyerek zihinsel alt yapıyı sorgulayarak anlamlandırabilme becerisidir. Hatalı inanç değerlendirmeleri bu kuramın içerisinde yer almaktadır. İkinci kuram ise zihinselleştirme becerisidir. Bu beceri kişinin gözlemlenebilen davranışlarını gözlemlediği kadarıyla zihinselleştirmeye çalıştığı sosyal algısal kuram olarak açıklanmaktadır ve bu beceriyi değerlendirmek için sıklıkla Gözlerden Emosyon Okuma Testi’ne (kısaca Gözler Testi olarak kullanılmaktadır) başvurulmaktadır (Cohen ve ark, 2001). Bu becerinin duygu tanıma ile alakalı olduğu düşünülmektedir. Bireyin ben algısı ve çevrediklerin farklı düşünce ile zihinsel kapasitesi olduğunu, bireyin ya da çevredekilerin niyet, amaç, fikir ve beklentilerini muhakeme edebilmeye yönelik konjektüre sahip olabilme yetisi sosyal kognitif beceri olarak tanımlanmaktadır. Ötekilerin davranış kalıplarını algılama ve öngörmeye imkan sağlayan zihin kuramı yetileri, yakın sosyal ilişkiler kurabilmek için de önemli bir basamak olarak görülmektedir. sosyal- kognitif ve sosyal-algısal şeklinde iki ayrı kola sınıflamaktadı. Sosyal-bilişsel alan, ötekilerin zihin durumunun tanımlanması veya öngörüde bulunma yetisini içeren bir örüntü şeklinde ifade edilmektedir. Yanlış inanç testleri bahsedilen yetiyi ölçümlemede bilinen bir örneğidir. Sosyal-algısal bileşen, bireyin yüz ile somatik dışavurum tarzı işaretlerden gözlem yapıp, ötekilere dair öngörüde bulunma ve kişilerle nesneler arası

ayırt etme kabiliyeti şeklinde ifade edilmektedir. Sosyal-bilişsel alanın zıttı olarak sosyal- algısal duygusal alanla daha fazla ilişkisi bulunmakla birlikte başka kognitif yeti ve dil fonksiyonlarıyla duygusal alana oranla az ilintilidir. Bu tarz sosyal-algısal kabiliyet, bireyin etrafındaki bireylere ve davranışlarına yönelik mental öngörüleri ile ilişkilendirildiğinden zihinselleştirme kabiliyetini içine alan bir yeti olarak değerlendirildiği belirtilmektedir. Günlük yaşam, öteki bireylerin zihinsel görüşleri hakkında öngörü yapmak, bahsedilen iki becerinin de koordine olarak işlemesini gerektirmektedir. Yapılan son çalışmalar incelendiğinde sosyal beyini ifade eden kavramlardan biri olan empati tanımı, affektif empati ve bilişsel empati şeklinde iki kola bölünmektedir. Duygusal empati, kişinin ötekilerin dışarıdan gözlemlenebilen durumlarına duyu yoluyla reaksiyon göstermesi ya da müşterek emosyonları benimseyebilme yeteneği olarak tarif edilmektedir. Affektif empati, emosyonel geçicilik, afekt teşhisi ve müşterek üzüntü olarak adlandırılan alt süreçlerden oluşmaktadır. Bilişsel empati ile de yetileri tanımlanmaktadır. Sözü geçen yetiler, ötekilerin affektif ve kognitif hallerine yönelik öngörüleri tanımlamaktadır. Bahsi edilen araştırmalarda paralel şekilde ZK fonksiyonları duygusal ve bilişsel olarak iki dala bölünmektedir. Bilişsel, ötekilerin niyetlerine yönelik öngörülere sahip olma yetisi şeklinde anlamlandırılırken, duygusal bireyin ötekilerin emosyonlarına dair öngörülerini ifade etmektedir. Bu nedenle duygusal ile bilişsel farklı anlamı ifade etmektedir. Nörogörüntüleme alanındaki araştırmalar duygusal ve bilişsel ayrı beyin bölgelerinde aktiviteye sebebiyet verdiğini ortaya koymasıyla bu görüş görgül olarak da desteklenmiştir.

BRODMANN

Günümüzde, Brodmann’ın mirasına hakim olan haritalar, insan serebral korteksinin 48 kortikal alanını göstermektedir ve bu haritanın daha sonraki modifikasyonlarındaki diğer bazı alt bölümler (Brodmann, 1910, 1914). Farklı versiyonların ayrıntılı karşılaştırmaları için Judas ve ark
Bununla birlikte, korteksin organizasyonel ilkeleri ve evrimine ilişkin teorik kavramları ve bunların potansiyel işlevsel sonuçları, mirasının en azından eşit derecede önemli parçaları olmasına rağmen, büyük ölçüde göz ardı ediliyor. Monografinin Laurence Garey (1994) tarafından İngilizce çevirisine rağmen , burada açıklanan teorik kavramlar çoğu zaman tanınmamakta ve dolayısıyla modern yayınlarda ‘yeniden keşfedilmektedir’. Yalnızca insan ve insan olmayan primat beyinlerinin şematik haritaları yaygın olarak kullanılmaktadır. İlk orijinal yayınları (Brodmann, 1903 a, b , 1905 a, b , 1906, 1908 a, b ), anatomik beyin haritalaması için şematik haritalara indirgemeden daha ayrıntılı ve önemli yönleri içerir.

Beynin anatomik haritalanmasının kurucusu Korbinian Brodmann (1868–1918) yaptığı çalışmalarla, günümüz tıp eğitimi ve sinirbilim araştırmalarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir (Junior ve ark., 2021, ss. 1-6). Nöroloji, psikiyatri, fizyoloji, zooloji ve antropoloji ile ilgili birçok çalışma yapmıştır (Loukas ve ark., 2011, ss. 6-11). Alzheimer, Vogt, Edinger, Nissl ve Weigert gibi bilim insanlarından etkilenmiştir. Alois Alzheimer ile tanışması Brodmann’ın nörolojiye ve psikiyatrinin nöroanatomik temellerine ilgi duymasına neden olmuştur (Cole, 1921, ss. 148-150). Hücresel boyama teknikleriyle tanınan Karl Weigert, Franz Nissl ve okulomotor parasempatik çekirdeği tanımlayan Ludwig Edinger gibi önemli isimlerden de etkilenmiştir (Loukas ve ark., 2011, ss. 6-11). Korbinian Brodmann gelecekteki beyin araştırmaları için topografik bir temel oluşturacak olan serebral korteksin bir “haritasını” hazırlamıştır. Brodmann, bir harita oluşturmanın ötesinde, hastalıkların, davranışların ve insan beyninin normal işleyişinin anlaşılmasının yolunu açmıştır Serebral korteks için önerilen çeşitli sınıflandırmaların arasından Brodmann’ın atlası, gelişmiş ve bugün hem klinik tıpta hem de temel sinirbilimde yaygın olarak kullanılmaktadır.

Korbinian Brodmann 1868–1918 yılları arasında yaşamış nöroloji, psikiyatri, fizyoloji, zooloji ve antropoloji ile ilgili çok sayıda alanda çalışması bulunan Alman bilim insanıdır. Brodmann’ın beynin gri maddesinde yaptığı gözlemlerle hücre katmanlarının sayısı, hücresel morfoloji, dendritik bağlantıların dağılımı ve nöronal tiplerin sunumunu göz önünde bulundurarak kortikal alanları sayılara bölünmüştür. Serebral korteksin numaralandırılarak haritalanmasını sağladığı ve günümüzde hala kullanılmakta olan Brodman atlası ile nörobilime damga vurmuştur. Bu çalışmanın amacı Korbinian Brodmann’nın Nörobilime Katkıları ve Serebral Korteks
Lokalizasyon çalışmalarını literatür taraması ile ortaya koymaktır.

Brodmann’ın 1909 tarihli monografisi, onun sitoarkitektonik kavramının bir özetidir. Brodmann’ın altı katmanlı konsepti, modern çalışmalarda ve ders kitaplarında evrensel olarak kabul edilmektedir Brodmann, 1903 ve 1908 yılları arasında, karşılaştırmalı memeli (64’ten fazla farklı tür) sitoarkitektonik üzerine bir dizi 7 bildiri yayınlamıştır. Bunların altıncı ve en iyi bilineni 1908’de yayınlanıp, insan korteksinin benzersiz histolojik bölgelerini düzenlediği ünlü haritayı içermektedir. Bu eserler, 1909 tarihli Vergleichende Lokalisationslehre der Grosshirnrinde in ihren Prinzipien dargestellt auf Grund des Zellenbaues (The Principles of Comparative Localization in the Cerebral Cortex Based on Cytoarchitectonics) adlı monografisinin yayınlanmasının temelini oluşturmuştur.Brodmann’ın yetişkin insan serebral korteksinin sitoarkitektonik haritası, kortikal lokalizasyonun ortak dili olmaya devam etmekte ve günümüzde tanımladığı “alanlar” hala kortikal fonksiyonel bölgeler için yaygın olarak kullanılmaktadır. Altı katmandan oluşan korteksin, farklı kortikal alanlarını numaralandırarak isimlendirmeyi geliştiren Brodmann’ın sayıları hala kortikal alanların yerini ve işlevini belirtmek için kullanılmaktadır. Memeli korteksinin genel hücre tipleri ve laminer organizasyonu ile ilgili diğer birçok bulgu ve gözlemle birlikte, 1909’da insanlarda, maymunlarda ve diğer türlerde kortikal alanlara ilişkin yayınlanan haritalarındaki Brodmann alanları, çeşitli kortikal işlevlerle yakından ilişkilidir. Bu alanların bazıları tamamen bağımsız ve tekil görevlere sahipken, bazıları birbirleriyle oldukça koordineli bir şekilde çalışmaktadır. İlişkili kortikal alanların üst düzey işlevleri de nörofizyolojik, fonksiyonel görüntüleme ve diğer yöntemlerle tutarlı bir şekilde aynı Brodmann alanlarına yerleşim göstermektedir.
Carl Wernicke’in dilin anlaşılmasına katkıda bulunan bulguları, Brodmann’ın araştırmasıyla son derece ilgiliydi. Fransız Paul Broca (1824-1880), beyninde açıkça lokalize bir lezyonu bulunan ve konuşma bozukluğu olan bir adamın otopsisi sonucunda kişinin, beyninin hasarlı bölümünün konuşma fonksiyonun oluşumunda rol oynadığı sonucuna vardı. Böylece, belirli işlevlerin beyindeki belirli alanlara atfedildiği sonucuna varılmıştır. Konuşmayı sağlayan birincil beyin bölgeleri, beynin en dış kabuğunda bulunan Broca Alanı ve Wernicke Alanıdır. Broca alanının esas olarak lisanın üretimi için gerekli hareketlerin planlanmasıyla ilgili olduğunu, Wernike’nin dili anlamadan sorumlu olduğunu ve her ikisinin de kendilerine isimlerini veren bilim insanları tarafından sınırlandırıldığını ve tanımlandığını biliyoruz. Broca Alanı ses biçimlerini kontrol ederken, Wernicke Alanı kelime dizimi ve cümle bazında anlamlı sesler çıkarılmasını sağlamaktadır. Broca alanı hasarında konuşma imkânsız hale gelir. Broca alanının sağlam olan, Wernicke alanı hasarlı kişi, kendisi konuşulanı anlamadığı için anlamsız bir şekilde konuşur fakat bu durumu bilinçli olarak fark edemez
Ali ÇAPUTÇU

NASIL ÖĞRENİYORUZ

1980’li yıllardan bu yana neurocognitive teorisi fizyoloji ve insanlığın bildiklerinin bir parçası olmuştur. Neurocognitive teorisi fizyoloji, bilişsel psikoloji ve beyin bilimin, insan davranışlarını tam olarak anlamak ve bunların teorik temellerini ortaya koymak için çalışan bir sentez olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan bu araştırmalarda elde edilen kanıtlar doğrultusunda insan beyninin çalışma sistematiğini iyi öğrenmeden, öğrenmenin tam olarak anlaşılamayacağı fikri Hebb ve arkadaşları tarafından ortaya atılmıştır. O halde öğrenme gerçeğinin tam olarak ne olduğunu anlamak, öğrenme anında insan beyninde gerçekleşen fizyolojik ve kimyasal değişimlerin neler olduğunu ve bilginin insan beyninde nasıl somutlaştığını ortaya koymak gerekmektedir:

2. Öğrenme Fizyolojisi

Sinir sistemi, gelişmiş organizmalarda psikolojik sistemin en önemli bileşenidir. Sinir sistemi iç ve dış olayları algılar ve tepkide bulunur. İçsel ve dışsal olaylar duyu organları tarafından algılanır. Duyu organları bilgiyi beynin arka kısmında omurilikte çok sayıdaki sinir ağları yardımıyla merkezi sinir sistemine iletirler. Duyu organları aracılığıyla çevreden pek çok bilgi (109 bit/sn) alınmaktadır. Ancak bunun çok az bir kısmı (10 -102 bit/sn1) bilinçli olarak kaydedilmektedir. Geri kalan kısmı ise ya bilinç altı işleme uğramakta, yada hiç kullanılmamaktadır. Diğer bir değişle bilinç için (serebral korteks) önemli olan bilgi (ilginç/dikkat/motivasyon) seçilmektedir (özellikle dinleme ve görme sırasında dikkate değer olanları). Öte yandan yaklaşık 107 bit/sn kadarlık bir bilgi de konuşma ve motor aktiviteler yoluyla çevreye verilmektedir.

Beyni oluşturan temel birimler genel olarak sinir hücreleri (nöronlar) ve bunların uzantılarının diğer sinir hücreleri ile oluşturduğu değme noktalarındır (sinaps). Nöronların (sinir hücrelerinin) oluşturduğu ağ örüntü sayısı ne kadar fazla olursa, bilgi işleme süreci o kadar güçlü olur. Her nöronun dentrit adı verilen çok sayıda kısa ve akson adı verilen bir tane uzun uzantısı vardır. Akson uçları ile başka nöronların dentritleri veya gövdeleri arasındaki bağlantıya sinaps adı verilir. Sinir sistemindeki bütün etkinlikler ve bellek, nöronlarda doğan elektrik akımıyla ilgilidir. Nöronlar arasında bilgi, elektrik akımı olarak dolaşır. Nöronlar iyi iletken değildir. Ancak zarlarında iyot değiş tokuşu sağlayarak sinir elektriğini oluşturur ve iletirler. “Sinir Akımı” denilen bu özel tipteki elektriksel olay metal bir iletkendeki elektrik akımına benzemektedir.

Sinir hücresi, impuls olarak adlandırılan elektriksel değişikliği iletmek için özelleştirilmiş bir hücredir. Akson (sinir teli) herhangi bir yerden uyarılabilir ve meydana gelen impuls uyarılan yerden merkeze iletilir. İmpulsun meydana gelmesi bir zar (membran) olayıdır. Aksonun içindeki sıvı ile dışındaki sıvının iyonik yapısı çok farklıdır, dolayısıyla elektriksel yükleri de farklıdır. Sinir ve kas hücre zarındaki aksiyon potansiyeli zar boyunca iletilir. Sinirdeki akson potansiyeline sinir impulsu adı verilir.

Bir hücre zarının iki tarafı arasında elektriksel potansiyel meydana gelebilir ve çeşitli mekanizmalarla bu potansiyel muhafaza edilebilir. İyonlar zarın bir tarafından öbür tarafına aktarılabilir (difüzyon) ve elektrik yüklerinin ayrılması ile zarın iki tarafı arasında elektrik potansiyel farkı yaratabilirler. Bu işlem için iyonların devamlı taşınması gerekir. Ayrıca hücre zarının bir tarafında zarı geçebilen ve geçemeyen iyonlar varsa, yine bir potansiyel fark meydana gelebilir. Eğer hücre zarını geçebilen partiküller sadece pasif olarak hareket edebiliyorlarsa, meydana gelecek iyon konsantrasyonu dağılışına Gibbs-Donna dengesi denir. Böyle bir dengede hücre zarını geçemeyen iyonların bulunduğu tarafta, iyonların elektrik yüküne göre bir potansiyel fark meydana gelir.

Sinir istirahat halindeyken polarize (kutuplaşmıştır) durumdadır. Hücre zarının dışı pozitif, içi ise negatif yük taşımaktadır. Uyarılma sonucu sodyumun içeri girmesi ile depolarize olur, bir başka değişle kutuplaşma bozulmuş olur. Sinirin tekrar normal duruma dönmesi olayına repolarizasyon demir. Nöronun uyarılan bölgesinde depolarize olması ile iç ve dış potansiyel tersine dönmüştür. Uyarılan bölgenin hemen yanındaki bölge ise polarize durumdadır. Uyarılmış ve uyarılmamış bölgeler arasındaki elektrik yükü farkı nedeniyle bir elektrik akımı meydana gelir. Bu akım sinir boyunca devam eder ve impuls iletilmiş olur. Doğan sinir elektriği nöronlar arasında sinapslar aracılığıyla iletilir.

Belleği, kabaca ve anlaşılma kolaylığı olması yönünde şimdilik kısa ve uzun süreli bellek olarak ikiye; uzun süreli belleği de, bilinçli ve bilinçsiz (örtülü) olarak tekrar ikiye ayırabiliriz. Kısa süreli belleğin bilgileri depolama süresi milisaniyelerle ölçülürken uzun süreli bellekte anıların kalış süresi sonsuzdur.

Uzun süreli belleğin oluşumunda temel olay uzun süreli potansiasyondur. Bir sinir yolu üst üste kısa süreli ve güçlü olmayan elektriksel darbelerle uyarıldıktan bir süre sonra, tek tek uyarılara daha yüksek genlikli yanıtlar vermeye başlarlar. Yani bu sinir yolu güçlenmiş potansiyalize olmuştur. Bir başka deyişle bir bilgi üst üste yinelenerek öğrenilmişse, sinir sisteminde kendisine bir yol açar. O bilgi ile ilgili bir uyaran geldiğinde, bilginin yolu belli ve açık olduğundan ve bu yol ilgili bilgileri de birbirine bağladığından, bilginin tümü birden hatırlanır. İlk yol oluştuktan sonra bilgi yeterince tekrarlanmaz ve pekiştirilmezse, bu yol kaybolur. Diğer bir değişle nöronlar arasındaki bağlar zaman içerinde kopar. Bu olaya unutma denir.

Sinapslarda oluşan bazı şekilsel değişiklikler, hatta yeni sinaps oluşumları, enzimatik etki ve yeni protein üretimi uzun süreli bellek oluşumundaki başlıca etkenlerdir. Bu olayda ilk başlangıç; nörona yeterli miktarda sodyum girmesidir. Sodyum iyonu hücre içine girdikten sonra, protein eriten ve calpain ismi verilen bir enzimi oluşturur. Dentritin içinde proteinden bir iskelet vardır. Calpain bu iskeleti yıkar ve böylece dentritin uç kısmının şekli değişerek elektrik akımına karşı direnç azalır ve elektrik akımı (bilgi) kolayca bu bölgeden geçer. Yani sinir elektriğinin başka nöronlara iletilebilmesi için gerekli alt yapı inşa edilir. Sonuçta, bilginin hatırlanabilmesi için gerekli olan sinir otobanı hazırlanmış olur.

Psikoloji ile fizyoloji arasında öğrenme teorilerini ve uygulamalarını açıklama noktasında anlamlı bir bilgi paylaşımı vardır, ancak son zamanlarda öğrenme olayının daha iyi anlaşılabilmesi için öğrenmenin biyolojik temellerine dikkat çekilmektedir. Daha önce hayvanlar üzerinde yapılan bazı psikolojik deneyler, öğrenme ve hafızanın biyolojik temelleri ile ilgili başka bir bakış açısı sağlamaktadır. Daha sonraları Hughlings Jackson, Donald Hebb, Wilder Penfield, Ragnar Granit gibi bazı nörofizyoloklar tarafından “neurocognitive science” olarak adlandırılan bu alanda daha çok çalışma yapılmaya başlanmıştır.

1980’li yıllardan bu yana neurocognitive teorisi fizyoloji ve insanlığın bildiklerinin bir parçası olmuştur. Neurocognitive teorisi fizyoloji, bilişsel psikoloji ve beyin bilimin, insan davranışlarını tam olarak anlamak ve bunların teorik temellerini ortaya koymak için çalışan bir sentez olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan bu araştırmalarda elde edilen kanıtlar doğrultusunda insan beyninin çalışma sistematiğini iyi öğrenmeden, öğrenmenin tam olarak anlaşılamayacağı fikri Hebb ve arkadaşları tarafından ortaya atılmıştır (2). O halde öğrenme gerçeğinin tam olarak ne olduğunu anlamak, öğrenme anında insan beyninde gerçekleşen fizyolojik ve kimyasal değişimlerin neler olduğunu ve bilginin insan beyninde nasıl somutlaştığını ortaya koymak gerekmektedir:
2. Öğrenme Fizyolojisi
Sinir sistemi, gelişmiş organizmalarda psikolojik sistemin en önemli bileşenidir. Sinir sistemi iç ve dış olayları algılar ve tepkide bulunur. İçsel ve dışsal olaylar duyu organları tarafından algılanır. Duyu organları bilgiyi beynin arka kısmında omurilikte çok sayıdaki sinir ağları yardımıyla merkezi sinir sistemine iletirler. Duyu organları aracılığıyla çevreden pek çok bilgi (109 bit/sn) alınmaktadır. Ancak bunun çok az bir kısmı (10 -102 bit/sn1) bilinçli olarak kaydedilmektedir. Geri kalan kısmı ise ya bilinç altı işleme uğramakta, yada hiç kullanılmamaktadır. Diğer bir değişle bilinç için (serebral korteks) önemli olan bilgi (ilginç/dikkat/motivasyon) seçilmektedir (özellikle dinleme ve görme sırasında dikkate değer olanları). Öte yandan yaklaşık 107 bit/sn kadarlık bir bilgi de konuşma ve motor aktiviteler yoluyla çevreye verilmektedirverilmektedir.
Beyni oluşturan temel birimler genel olarak sinir hücreleri (nöronlar) ve bunların uzantılarının diğer sinir hücreleri ile oluşturduğu değme noktalarındır (sinaps). Nöronların (sinir hücrelerinin) oluşturduğu ağ örüntü sayısı ne kadar fazla olursa, bilgi işleme süreci o kadar güçlü olur. Her nöronun dentrit adı verilen çok sayıda kısa ve akson adı verilen bir tane uzun uzantısı vardır. Akson uçları ile başka nöronların dentritleri veya gövdeleri arasındaki bağlantıya sinaps adı verilir. Sinir sistemindeki bütün etkinlikler ve bellek, nöronlarda doğan elektrik akımıyla ilgilidir. Nöronlar arasında bilgi, elektrik akımı olarak dolaşır. Nöronlar iyi iletken değildir. Ancak zarlarında iyot değiş tokuşu sağlayarak sinir elektriğini oluşturur ve iletirler. “Sinir Akımı” denilen bu özel tipteki elektriksel olay metal bir iletkendeki elektrik akımına benzemektedir.
Sinir hücresi, impuls olarak adlandırılan elektriksel değişikliği iletmek için özelleştirilmiş bir hücredir. Akson (sinir teli) herhangi bir yerden uyarılabilir ve meydana gelen impuls uyarılan yerden merkeze iletilir. İmpulsun meydana gelmesi bir zar (membran) olayıdır. Aksonun içindeki sıvı ile dışındaki sıvının iyonik yapısı çok farklıdır, dolayısıyla elektriksel yükleri de farklıdır. Sinir ve kas hücre zarındaki aksiyon potansiyeli zar boyunca iletilir. Sinirdeki akson potansiyeline sinir impulsu adı verilir.
Bir hücre zarının iki tarafı arasında elektriksel potansiyel meydana gelebilir ve çeşitli mekanizmalarla bu potansiyel muhafaza edilebilir. İyonlar zarın bir tarafından öbür tarafına aktarılabilir (difüzyon) ve elektrik yüklerinin ayrılması ile zarın iki tarafı arasında elektrik potansiyel farkı yaratabilirler. Bu işlem için iyonların devamlı taşınması gerekir. Ayrıca hücre zarının bir tarafında zarı geçebilen ve geçemeyen iyonlar varsa, yine bir potansiyel fark meydana gelebilir. Eğer hücre zarını geçebilen partiküller sadece pasif olarak hareket edebiliyorlarsa, meydana gelecek iyon konsantrasyonu dağılışına Gibbs-Donna dengesi denir. Böyle bir dengede hücre zarını geçemeyen iyonların bulunduğu tarafta, iyonların elektrik yüküne göre bir potansiyel fark meydana gelir (6).
Sinir istirahat halindeyken polarize (kutuplaşmıştır) durumdadır. Hücre zarının dışı pozitif, içi ise negatif yük taşımaktadır. Uyarılma sonucu sodyumun içeri girmesi ile depolarize olur, bir başka değişle kutuplaşma bozulmuş olur. Sinirin tekrar normal duruma dönmesi olayına repolarizasyon demir. Nöronun uyarılan bölgesinde depolarize olması ile iç ve dış potansiyel tersine dönmüştür. Uyarılan bölgenin hemen yanındaki bölge ise polarize durumdadır. Uyarılmış ve uyarılmamış bölgeler arasındaki elektrik yükü farkı nedeniyle bir elektrik akımı meydana gelir. Bu akım sinir boyunca devam eder ve impuls iletilmiş olur.Doğan sinir elektriği nöronlar arasında sinapslar aracılığıyla iletilir.
Belleği, kabaca ve anlaşılma kolaylığı olması yönünde şimdilik kısa ve uzun süreli bellek olarak ikiye; uzun süreli belleği de, bilinçli ve bilinçsiz (örtülü) olarak tekrar ikiye ayırabiliriz. Kısa süreli belleğin bilgileri depolama süresi milisaniyelerle ölçülürken uzun süreli bellekte anıların kalış süresi sonsuzdur.
Uzun süreli belleğin oluşumunda temel olay uzun süreli potansiasyondur. Bir sinir yolu üst üste kısa süreli ve güçlü olmayan elektriksel darbelerle uyarıldıktan bir süre sonra, tek tek uyarılara daha yüksek genlikli yanıtlar vermeye başlarlar. Yani bu sinir yolu güçlenmiş potansiyalize olmuştur. Bir başka deyişle bir bilgi üst üste yinelenerek öğrenilmişse, sinir sisteminde kendisine bir yol açar. O bilgi ile ilgili bir uyaran geldiğinde, bilginin yolu belli ve açık olduğundan ve bu yol ilgili bilgileri de birbirine bağladığından, bilginin tümü birden hatırlanır. İlk yol oluştuktan sonra bilgi yeterince tekrarlanmaz ve pekiştirilmezse, bu yol kaybolur. Diğer bir değişle nöronlar arasındaki bağlar zaman içerinde kopar. Bu olaya unutma denir.
Sinapslarda oluşan bazı şekilsel değişiklikler, hatta yeni sinaps oluşumları, enzimatik etki ve yeni protein üretimi uzun süreli bellek oluşumundaki başlıca etkenlerdir. Bu olayda ilk başlangıç; nörona yeterli miktarda sodyum girmesidir. Sodyum iyonu hücre içine girdikten sonra, protein eriten ve calpain ismi verilen bir enzimi oluşturur. Dentritin içinde proteinden bir iskelet vardır. Calpain bu iskeleti yıkar ve böylece dentritin uç kısmının şekli değişerek elektrik akımına karşı direnç azalır ve elektrik akımı (bilgi) kolayca bu bölgeden geçer. Yani sinir elektriğinin başka nöronlara iletilebilmesi için gerekli alt yapı inşa edilir. Sonuçta, bilginin hatırlanabilmesi için gerekli olan sinir otobanı hazırlanmış olur.

Ali Çaputçu

 

 

DUYGU HAFIZASI

Limbik sistem,  beyinde duyguların oluşması ve iletiminden sorumlu olan yapılar ve bunlar arasındaki döngülerden oluşmuştur; bir adı da duygusal beyindir. Bellek oluşumu ve depolanması, öğrenme, davranışlar, duygusal cevaplar, ruh hali, motivasyon, karar verme, dikkat ve odaklanma, hormon salgılanması, ağrı ve haz duyusu, koku duyusuyla ilgili işlevleri vardır. Bu görevleri yerine getirmek için limbik sistem yapıları birbirleriyle ilişki içinde ve çeşitli döngülere göre çalışırlar. Öğrenme, bellek, ve madde bağımlılığı aynı nörolojik etkenler tarafından yönlendirilirler ve bazı ortak nörotransmiter düzeneklerine sahiptirler. Bu nedenle, bir bilişsel süreci ele alırken limbik sistemi de göz önüne almak doğru olur. Bu tez çalışmasında geliştirilen model limbik sistemin hem duygusal hem de motor işlevlerde görev alan bazal ganglia çekirdeklerini merkezine almaktadır.

 

Duygusal Devrelerin Nörofizyolojik Temelleri
Bilişsel süreçlerde görev alan beyin bölgelerini ve limbik sistem elemanlarını kısaca tanıtalım:
Korteks, beynin en dış katmanıdır. Talamus ve bazal ganglia ile çift yönlü bağlantıları vardır. Vücuttan gelen uyarıların büyük bölümü talamus aracılığıyla kortekse iletilir . Korteks işlevsel açıdan üç ana bölümde incelenir : duyusal bölgeler, talamustan gelen duyusal girişleri alır; assosiyasyon (ilişkisel) bölgeleri, çevrenin (dış dünyanın) anlamlı bir algısını oluşturur; motor bölgeler, istemli hareketlerin kontrol edilmesiyle ilgilidir.
Prefrontal korteks (PFC), adaptasyon, soyut düşünme, karar verme, plan yapma, duygusal davranışlar, motivasyon, duygular, kişilik, dikkat süresi, bellek, yürütücü fonksiyonlar, akıl, öğrenme, yaratıcılıkla ilgili ilişkisel korteks bölgesidir. Beynin en itinalı bilişsel işlevleri yan prefrontal korteksi ilgilendirir. PFC’in alt bölgeleri ile orbitofrontal korteks (OFC) ve anterior singulat korteks (ACC), değer biçme ve duyguları işlemede önemli rol oynarlar. Motor ve premotor korteks ise frontal korteksin hareketlerin planlanması, istemli hareketler ile ilgili bilgilerin işlemden geçirilip iletilmesinden sorumlu bölgesidir.
Bazal gangliyonlar, beynin iç orta bölgesinde, korteks, talamus ve beyin sapı ile bağlantılı gri cevher kitleleridir. Motor kontrol, bilinç, duygular, motor öğrenme (ör: bisiklete binme) ve göz hareketleri ile ilişkili işlevleri vardır. Kaudat nukleus, putamen, globus pallidus, substantia nigra, ve subtalamik çekirdek, bazal çekirdekleri oluştururlar. Kaudat nukleus ile putamen birlikte neostriatum olarak adlandırılırlar. Kaudat nukleus ile putamenin birleştiği noktadaki nöron topluluğuna nucleus accumbens (NAc) denir ve olfaktor tubercle ile birlikte ventral striatumu oluşturur. NAc, ödül ve motivasyon gibi olumlu duygusal durumlarda önemlidir; neostriatum ise alışkanlıklar ve motor hafızada etkindir . Kaudat nukleus ve putamen birlikte neostriatum olarak adlandırılırlar ve bunlar nucleus accumbens ile birlikte striatum (Str) olarak anılırlar. Tezin ilerleyen bölümlerinde Str ile kastedilen neostriatumdur, NAc ise ayrı olarak ele alınmıştır. Globus pallidus, pars interna (GPi) ve pars eksterna (GPe) olarak ikiye ayrılır. Substantia nigra ise pars reticularis (SNr) ve pars compacta (SNc) olarak ikiye ayrılır. Globus pallidusun ventral bölgesine ventral pallidum (VP) denir [17]. Bazal ganglianın temel girdi bölgesi Str, temel çıktı bölgesi de GPi ve SNr’dır.
Str, substantia nigranın pars compacta bölgesinden dopaminerjik ve korteksten glutamaterjik giriş alır, fakat korteks ile resiprok bağlantısı yoktur. Str’un kortikal girişleri, assosiyasyon korteksi ve motor-duyusal korteksten gelir. Bu çekirdekçiklere gelen dopaminin nörotransmiterinin kaynağı, substantia nigra pars kompaktadır. Striatumun çıkışı globus pallidusa bağlanır ve gama aminobütirik asit (GABA), enkefalin ve P maddesi nörotransmiterlerini kullanır. Striatum bölgeleri, hangi korteks bölgesiyle başlıca bağlantısını yapıyorsa o bölgenin davranışsal özelliklerine benzer özellik sergiler. Str’da bulunan başlıca önemli nöron tipi medium spiny nöronlardır (MSN) ve baskılayıcı olan GABA nörotransmiterini salgılarlar. Birbirleriyle mikro devre olarak adlandırılan bağlantılar yaparak birbirlerini baskılarlar. Bu sayede Str içerisinde baskılayıcı bir geri besleme devresi oluşur ve bu geri besleme devresi yarışmalı örüntü sınıflandırma görevlerinde kullanılır [19].
NAc, korteks, amigdala, ventral tegmental alan (VTA) ve hipokampustan giriş alır. NAc için dopamin (DA) kaynağı VTA’dır. NAc’in GABAerjik nöronları ise VP’a bağlantı yaparak talamusun baskılanmasını sağlarlar. Bu devrede VP, bilgiye dayalı limbik ve striatal girişleri birleştiren bir röle görevi yapar. NAc’in bu bağlantıları sayesinde davranışların etkinleştirilmesi ve güç harcanmasına dayalı (motor hareket ile sonuçlanan) karar verme ödevlerinde DA önemli bir rol oynamaktadır [20].
Globus pallidus, striatumdan giriş alır ve çıkışlarını talamusun ventrolateral ve ventral anterior çekirdekçiklerine gönderir. Ventral pallidum bölgesinin başlıca striatal bağlantısı nucleus accumbens iledir. Bu bölgedeki nöronlar, amigdaladan gelen uyarılara nucleus accumbens aracılığıyla tepki verir.
Talamus çekirdekleri beynin orta bölümünde ve her iki yarıkürede birer tane bulunurlar. Talamus (Thl), kendisine bağlanan beyin yapılarından gelen girişleri korteksin işleyebileceği biçime dönüştüren bir çevirmen gibi düşünülebilir. Kortekse giden hemen tüm bağlantılar talamustaki sinaptik röleler üzerinden geçer. Anterior talamus çekirdekleri vücuttan gelen bilgileri alırlar ve öğrenme ile hafıza süreçlerinde görev alırlar .
Amigdala çekirdekleri, beynin iç orta bölgesinin derinliklerinde bulunan ve badem şeklinde gruplanmış nöronlardan oluşan yapılardır . Anıların, dürtülerin ve duygusal tepkilerin işlenmesinde merkezi bir rol oynarlar. Amigdala (Aml), olumsuz duygusal durumların hatırlanmasından sorumludur [16]. Bazolateral amigdala (BLA), duygusal şartlandırılmış öğrenmeden sorumludur ve duyusal bir deneyime zihinsel değer ve önem atamada etkin bir rol üstlenir. Ayrıca yoğun duygusal değeri olan olayların zihinde işlenmesi için daha fazla kaynak ayrılmasını sağlayarak dikkat mekanizmasında görev alır .
Ventral tegmental alan (VTA), beynin alt tabanı yakınında, substantia nigranın üstünde bulunur. Beyindeki ödül mekanizmasının kaynağı olan, nucleus accumbense dopamin salgılayan hücreleri içerir. Bu sayede bilinç, motivasyon, bağımlılık gibi süreçlerde etkindir.

ALİ ÇAPUTÇU

ALEKSİTİMİ

Bir kişilik özelliği mi olduğu yoksa geçici olarak ortaya çıkan bir olgu mu olduğu konusunda da bir karmaşa yaşanmıştır. Bazı araştırmacılar fizyolojik veya psikolojik hastalığı olan kişilerin tedavilerinden sonra psikolojik sıkıntılarının anlamlı derecede azaldığını ancak aleksitimi puanlarının değişmediğini görmüşlerdir (Saarijarvi, Salminen ve Toikka 2001; Mikolajczak ve Luminet, 2005; Honkalampi, Hintikka,
Laukkanen, Lehtonen ve Viinamaki, 2001; MartinezSanchez, Ato-Garcia ve OrtizSoria, 2003). Bu nedenle aleksitiminin bir kişilik özelliği olduğunu öne sürmüşlerdir. Ancak bu çalışmalara karşılık başka çalışmalarda ise çeşitli hastalıkların tedavisi sonucu aleksitimi puanlarının düştüğü görülmüştür (Fukunishi, Kikuchi, Wogan ve Takubo, 1997; Luminet, Bagby ve Taylor, 2001; Honkalampi, Hintikka, Laukkanen, Lehtonen ve Viinamaki, 2001; Honkalampi, Hintikka, Saarinen, Lehtonen ve Viinamaki, 2000). Bu nedenle bazı çalışmacılar da aleksitiminin geçici bir özellik olduğunu öne sürmüşlerdir. Aynı şekilde bazı araştırmacılar da ölümcül hastalığa yakalanma, savaşta yaralanma, taciz ve tecavüze uğrama ve travmatik yaşantı yaşama sonucunda kişinin yaşadığı stres sonucu aleksitimi geliştirebildiğini görmüşlerdir (Shipko, Alvarez ve Noviello 1983 ; Zeitlin, McNally ve Cassiday, 1993 ; Zlotnick ve ark., 1996 ; Lesser, 1985). Bu durumu Berthoz ve ark. (1999) acı verici olaylardan sonra aleksitiminin kişiyi koruma işlevi olduğunu söyleyerek açıklamışlardır.
Bilişsel Yaklaşım
Beck’e (2001) göre kişiler hayatları boyunca yaşadıkları, öğrendikleri sayesinde varsayımlar, genellemeler, düşünce sistemleri ve inanç sistemleri geliştirirler. Bunlar da hayat boyu tekrarlandıkça şemaları oluştururlar. Kişiler de bu şemaları dış dünyayı algılama ve yorumlama için kullanırlar. Bu kurama göre ise psikolojik problemlerin altında iç dünyaya ve dış dünyaya ait uyaranların yanlış yorumlanması yatmaktadır. Bu yanlış yorumlamalar da işlevsel olan şemaların yanı sıra işlevsel olmayan şemaların da oluşmasına yol açabilmektedir. Duygu ve davranışların da düşüncelerden etkilendiğini söyleyen bilişsel kuram aleksitimik özelliklerin bu şemalardaki bazı çarpıtmalardan meydana geldiğini söyler (Koçak, 2002).
Stoudemire (1991) için aleksitimik özellikleri olan kişilerin duygularını tanıma ve ifade etmeye ilişkin yaşadıkları zorluk, duygularını bedensel semptomlarla ifade etmeleri duyusal-hareketsel ve işlem öncesi olarak adlandırılan bilişsel gelişim dönemlerinde yaşadıkları eksikliklerden, burada saplanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bilişsel dönemin özelliği henüz duyguların ayrışmamış olması ve bu nedenle duyguların bedensel olarak ifade edilememesidir. Bu dönemde yaşanan zorluklar sonucunda bu evrede saplandıkları için aleksitimik özellikler geliştirmektedir.
Piaget’nin oluşturduğu kuramdan esinlenen Lane ve Schwartz (1987)’a göre duygular duygusal uyarılmaların bilişsel olarak değerlendirilmesinden sonra oluşmaktadır. Piaget’nin kuramının en alt basamağında da duygular ayrışmamıştır ve bedensel olarak ifade edilirler. Lane ve Schwartz da aleksitimi özelliklerine sahip kişilerin bahsedilen bu ilk döneme takılı kaldıklarını varsaymaktadırlar.
Psikanalitik Yaklaşım
Aleksitiminin tarihçesinde de bahsedildiği gibi aleksitimiyi anlamaya ilişkin çalışmalara psikanalist kuramcıların katkıları oldukça fazladır. Aynı şekilde aleksitiminin nedenselliğini açıklamak için de birçok farklı varsayım öne sürmüşlerdir.
Bu varsayımlardan birisi de aleksitimi ile çocuğun erken dönem yaşantısı arasında ilişki olduğu yönündedir. Bu konuda Wolf (1977) ebeveynleri çocuğun duygusal kendilik anlatımı, oyunculuk, duygusal açıdan kendini ifadesi gibi ihtiyaçlarını karşılamadığında bunun çocuğun yanlış benlik (false-self) geliştirmesine ve bu da çocuğun duygularını tanımamasına, yaşamamasına ve ifade etmemesine neden olacağını öne sürmüştür. Çocuğun erken dönem yaşantısı ile aleksitimi arasında ilişki olduğunu öne süren başka bir araştırması olan McDougall’a (1982) göre ise çocuğun erken dönemde annesiyle olan yaşantısında meydana gelen anne-çocuk bağlanma sürecinde yaşanan olumsuz bağlanma nedeniyle çocuğun içsel temsiller oluşturabilme ve imge kurma becerilerinin gelişimi engelleneceğinden dolayı çocuk hayal kurma ve düşlem yeteneklerinden mahrum kalacaktır. Bu da çocuğun gerçek benliğinin oluşması ve içgüdüsel ihtiyaçlarını sözel olarak ifade edebilme kapasitesini güçleştirip aleksitimik özelliklere zemin hazırlayacaktır.
Winnicott (1965) nesne ilişkileri kuramında bebeğin gelişim sürecinin annenin bebeğine karşı olan tutumunun bebeğin sağlıklı gelişimindeki önemine vurgu yapmıştır. Bu dönemde bebeğinin isteklerini zamanında karşılayan, destekleyen ve rahatlatan anneyi “yeterince iyi anne” olarak tanımlamıştır. Zamanında var olan “yeterince iyi anne”den bebeğin ayrışma dönemi geldiğinde gerektiğince uzaklaşabilmesini de beklemektedir. Aleksitimiyi nesne ilişkileri kuramı açısından açıklayan VonRad (1984) ise aleksitiminin ayrışma-birleşme döneminin gerekliliklerinin karşılanamaması nedeniyle öz-temsil (self-represantion) ve kimlik duygularının doğru gelişmemiş olması sonucu geliştiğini öne sürmüştür. Krystal (1979) ise aleksitimiyi gelişimsel bir çerçeveyle açıklamıştır. Ona göre bir bebeğin duyguları en başta bedensel, ayrışmamış ve sözelleşmemiştir. Bu nedenle bir bebek duygularını bedensel olarak ifade eder. Olağan gelişim devam ettikçe ise bu duygular giderek bedensellikten çıkıp ayrışır ve sözelleşir. Ancak bu süreçte yaşanan bebeklik çağına ait travmaların durdurucu etkisi ve erişkinlik çağına ait travmaların geriletici etkisi bulunmaktadır. Yani bu durumda Krystal’e göre bazı aleksitimik özellikler gösteren kişiler yaşadıkları psikolojik travma veya gelişimsel başarısızlıkları nedeniyle duygulanım yaşantılarının ilk dönemine saplanma ya da gerileme yaşamışlardır.
Bağlanma kuramına göre kişinin erken döneminde kendisine birincil bakım veren kişiyle geliştirdiği bağlanma stili onun ilerleyen dönemlerde duygu, düşünce davranışlarını şekillendirmede belirleyici bir role sahiptir (Bowbly, 1973; Hazan ve Shaver 1987). Ainsworth ve arkadaşları (1978) da bağlanma stillerinin temelde güvenli ve güvensiz olmak üzere 2’ye ayrıldığını söyler. Güvenli bağlanma stilinde birincil bakım veren kişinin bebeğine zamanında vb. karşılık verdiğini güvensiz bağlanmada ise bunun tersi olduğunu söyler. Berenbaum ve James (1994) güvensiz bağlanma ortamında büyüyen, kendilerini emniyette ve güvende hissetmeyen, duygu ifadesi için cesaretlendirilmeyen çocukların duygularını anlamakta, ifade etmede ve başa çıkmada zorlandıklarını söylemiştir. Bunu doğrular şekilde litetürde de güvensiz bağlanma stili ve aleksitimi düzeyi arasında pozitif yönde korelasyonların bulunduğu görülmektedir
Sosyal Öğrenme- Davranışçı Yaklaşım
Bu yaklaşımı benimseyen araştırmacılara göre kişiler doğumdan itibaren kültürleri ve sosyal ilişkileri sayesinde tüm davranışları öğrenirler.
Stoudemire (1991) de davranışçı yaklaşıma göre aleksitimik özelliklerin bireyler tarafından içinde yaşadıkları kültürden sosyal öğrenme yoluyla öğrenildiklerini öne sürmektedir. Yani bireyler iletişim yeteneklerini aileleri, kültürleri içinde öğrenirler. Eğer ait oldukları kültür duygularını ifade etmek yerine bastırmalarını ya da bedensel tepkiyle ifade etmelerini öğretiyorsa burada öğrenen bireyler aleksitimik özellik göstermeye yatkın olacaklardır. Benzer şekilde Berenbaum ve James (1994) aile özelliklerinde duygu ifadesinin destek görmediği ve aile içinde olumlu iletişimin az olduğu ailelerde öğrenen çocukların aleksitimik özellikleri daha fazla gösterdiklerini görmüşlerdir. Sosyal öğrenme kuramını destekler şekilde Levant ve ark. (2009) çocukluklarında ebeveynleri, öğretmenleri ve arkadaşları tarafından duygularını ifade etmelerine izin verilmeyen dahası cezalandırılan erkeklerin yetişkinliklerinde duygularının çoğu için farkındalıklarının ve kelime dağarcıklarının yetersiz olduğunu görmüştür.
Lesser (1981) aleksitimi kavramının duyguların ifadesinin hoş karşılanmadığı doğu felsefesinden ziyade duyguların ifadesinin doğru kabul edildiği batı felsefesinden etkilendiğini söylemektedir.
Nörofizyolojik yaklaşım
Nörofizyolojik yaklaşımı benimseyen araştırmacıların aleksitiminin bilişsel ve duygusal özelliklerini beyin yarım küreleri arasındaki kopuklukla ve sağ hemisferle frontal lobdaki hasarla açıkladıkları görülmüştür (Moruguchi ve ark, 2006).
Psikosomatik hastalıklarla ilgili yaptığı çalışmalarla bilinen MacLean (1949) çalışmalarının sonucunda psikosomatik hastalarının limbik sistemleri ve neokorteksleri arasındaki bağlantıda bir bozukluk olduğundan bahsetmiştir. Nemiah (1975) ise bu bilgiden yararlanarak aleksitimik kişilerde duyguların limbik sistemden neokortekse ulaşamadığını ve bu nedenle duyusal uyaranların duyusal yaşantılara dönemediğini öne sürdüğü bir varsayımda bulunmuştur. Limbik sistem ve neokortikal sistem arasındaki bağlantı kopukluğu nedeniyle bu kişiler duygularını uygun düşüncelerle bağdaştıramamaktadır ve bu nedenle hissettikleri duygularla alakasız içeriği olan cümleler kullanmaktadırlar. Bu durumu Sifneos (1996) duyguların afazisi olarak açıklamıştır. Hoppe ve Bogen (1977) ise aleksitimik özellik gösteren olgularda beynin iki yarım küresi arasındaki bağlantıda bir aksama olduğunu belirtmişlerdir. Bu bağlamda hastaların korpus kollosumlarını keserek çalışma yapmışlardır ve hastaların somatik şikayetler gösterdiklerini görmüşlerdir. Lane, Ahern ve Schwrtz (1997)’a göre ise beyindeki ön kabuk deneyimlenen duyguları işlemleme ve bunun sonucunda tepki verme süreçlerinde önemli rol oynamaktadır. Onlara göre o halde aleksitimi beynin ön kabuğundaki bir bozulmadan kaynaklanmaktadır. Moruguchi ve ark (2006)’a göre ise aleksitimi, medial prefrontal korteksteki hipoaktivite ile ilişkidir.
Aleksitimi ve Psikolojik Belirtiler
Alanyazın incelendiğinde aleksitimi ve çeşitli psikopatolojiler açısından (kaygı bozuklukları, depresyon, bağımlılık, yeme bozuklukları, travma sonrası stres bozuluğu vb. ) çok sayıda çalışmada pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişkiler bulunduğu görülmektedir (Örneğin; Marchesi ve ark, 2005; Grabe, Ruhrmann, Ettelt, Müller, Buthz, Hochrein ve ark, 2006; Saarijarvi, Salminen ve Toikka, 2006 ; Thorberg, Young, Sullivan ve Lyvers, 2009 ; Evren ve ark., 2008 ; Burba, Oswald, Grigaliunien, Neverauskiene, Jankuviene ve Chue, 2006; Weinryb, Österberg, Blomquist, Hultcrantz, Krakau ve Åsberg, 2003). Ülkemizde yapılan çalışmalara bakıldığında aleksitimik özellikler gösteren bireylerin psikolojik belirti gösterme açısından karşılaştırıldıklarında yüksek aleksitimik özellikleri olan bireylerin anlamlı derecede daha fazla psikolojik belirti gösterdikleri görülmüştür (Evren ve ark., 2008). Başka bir çalışma da bu çalışmayla aynı doğrultuda sonuçlar vermiştir, aleksitimik olan kişilerin olmayan kişilere göre depresyon, kaygı, somatizasyon gibi belirtileri daha fazla gösterdikleri görülmüştür

ALİ ÇAPUTÇU

×