20 Kasım Çocuk Hakları Günü

Dünya Çocuk Hakları Günü,  dünya genelinde çocukların karşı karşıya kaldıkları hak ihlallerini (yoksulluk, sefalet, hastalık, fiziksel ve psikolojik şiddet, taciz, tecavüz vb.) gündeme taşımak amacıyla kutlanır.

Bugün; sokakta, evde, kreşte, okulda, hastanede, rehabilitasyon merkezlerinde şiddete ve zulme uğrayan..

Sağlıkta, eğitimde, beslenmede, barınmada haksızlığa ve zorbalığa uğrayan, vahşice hayattan koparılan,  koruyamadığımız çocuklarımızın haklarını ödeyemeyeceğimiz günlerden herhangi biri!!!

 

Zübeyde Asya

Hayat Nedir, Yaşamak Neye Denir

Hayat Nedir? Yaşamak Neye Denir?

Hayat; evrenin, galaksilerin, gezegenlerin, dünyanın, dünya üzerindeki canlı, cansız (mutlaka enerjiye sahip olduğunu bildiğimiz maddelerin) bütün varlıkların, bütün oluşumların sonsuzluk içerisinde belirli bir düzende ve seyirde var olma süresidir.

“Yaşam, canlı ve etkin bir varlığı ölü bir varlıktan ayıran niteliktir.” Bu yüzden yaşamak, varlıkların hayata kattığı anlama, hayatta var olmak için gösterdiği çabaya, isteğe ve harcadığı enerjiye denir.

Felice Leonardo Buscaglia, şöyle demiş “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek” isimli kitabında; “Yaşamak, yaşama etkin biçimde katılmak demektir. Yaşam ellerinizi kirletmek demektir. Yaşam her şeyin tam ortasına dalmak demektir. Yaşam yüzükoyun yere düşmek demektir. Yaşam kendinizi aşmanız yıldızlara ulaşmanız demektir.”

Buscaglia, bu tanımıyla yaşamı iyisiyle kötüsüyle kabul edin diyor bizlere..

Her adımında kazanma umudu olan insanoğlunun, bir gün var olanları teker teker kaybedebileceğinin bilincine vardığı bir güzergâhtır yaşamak. İyilik, kötülük, doğruluk, güzellik, çirkinlik, varlık, yokluk, cesaret, korku, pişmanlık, acı, heyecan, inanç, umut, mutluluk bütün bunları duymak, farkında olmaktır yaşamak. Bir durumu, bir duyguyu yaşamak, bir eylemde bulunmak bize hayatta olduğumuzu hissettirir. Ve eyleme geçebilmek için umuda, inanca ihtiyaç vardır. Bizler ne kadar karamsar olursak olalım umut olmadan yaşayamayız. İnsanın en büyük karamsarlığının devasa karanlığında bile kuzey yıldızı gibi parlamaya hazır, ona yön gösterecek küçük bir kıvılcımdır umut.

Umut ışığı güneş gibi parlayanların dayanağı da nihayetinde kötülük cezalandırılacak, iyilik mükafatlandırılacak inancıdır. Bu umuda tutunan insanlar zorlukları daha kolay aşarlar, hayatı daha kolay yaşarlar. Her ne kadar tanış olduğumuz, arkadaşlık, dostluk veya gönül ilişkileri kurduğumuz bazı insanlardan cennetimiz sandıklarımız cehennemin dibi olsalar da orada burada değil şeytanın içimizde olduğu düşüncesine iten durumlar yaşasak da bir zaman sonra inanmak ile umut yüreğimize hızla ve yeniden yüklenir.. Yaşamak hissetmekle, harekete geçmekle yeniden başlar. Sadece toplumun, devletin, aile büyüklerinin, arkadaş, akraba vs. çevrenin beklentilerini, bizden istediklerini karşılamak, koyulan kurallara, yasaklara uymak, verilen ödevleri yapmak, görev adamı olmak hayata değer veriyoruz anlamına gelmez. Hayatı yaşıyoruz anlamına gelmez.

Yemek, içmek, üremek ve gelişmek gibi şeylerin yanında nefesimizin farkında olmak, düşüncelerimizi, kalp atışlarımızı duymak, bir çiçeğin kokusuyla mest olmak, çıplak ayakla bastığımız toprağın, yağmur damlacıklarının tenimize dokunuşunu hissetmek, vicdanımızı dinlemek, hayal kurmak, plan yapmak yaşamaktır. Bütün bunlar yaşam denen enerjiden kaynaklanır ve hayatta olduğumuzu, hayata değer kattığımızı gösterir.

Ağlamanın ruhu arındıran, kalbi ferahlatan, sinirleri yatıştıran yönüne; gülümsemenin hatta içimizden coşkuyla koparak gelen kahkahaların güzelleştiren iyileştiren bulaşıcı gücüne sıkı sıkı sarılarak hayatı yaşamak gerekir.

Yaşamak, hayata verdiğimiz değerdir ve onun için harcanan efordur. Ama ne yazık ki bize verilen isimlerle ve rollerle biricik olan hayatımızın içerisinde çoğu zaman amaçsız, hiçbir şey üretmeden ya da üretirken fark etmeden var oluyoruz.

Üreten insanların çoğu kolaycı, üretemeyen insanların çoğunluğu da alaycı.. Gelişen teknoloji fayda sağladığı kadar zarar da veriyor, toplumlar ahlak erozyonunu en şiddetli biçimde yaşıyor, sevgi, saygı hiç ediliyor. Müziğe, resime, edebiyata, sanata dair bütün ürünlerde değer anlayışındaki kuşaklar arası farklılıklar öylesine büyük ki göze batan derin uçurumlar meydana geliyor ve bu sebeple kuşaklar arasındaki çatışmalar kaçınılmaz oluyor. En önemlisi de yarattığımız uçurumlar, mesafeler yargıladıklarımız oluyor.

Hiç kuşkusuz hayatı boyunca yaşam enerjisini daha çok başkalarının hayatlarıyla meşgul olarak tüketenler, başkalarına fedakarlıkta sınır tanımayanlar, kendi hayatlarını başkalarının mutluluğuna adayanlar mutlaka; kendi acılarını duymamak için kendinden kaçanlardır, başkalarının acılarıyla oyalananlardır. Fedakârlığın bir başka türlüsünü de zamanını başkalarının hayatlarını takip ederek, izleyerek, onları konuşarak, eleştirerek ya da özenerek onların hayatlarıyla meşgul olarak yaşayanlar yapıyor. Günümüzde bunların bir kısmını sosyal medya zorbaları, bir kısmını ise kendinin ve ailesinin ihtiyaçlarını unutmuş olan, faydalı hiçbir zanaat, hiçbir sanat icra etmeyen sosyal medya fenomenlerinin her türlü maddi ve manevi sömürüsüne maruz kalanları oluşturuyor.

Herkes birbirinin ahlâk bekçisi olmuş ama hiç kimsenin kendinden haberi yok.  En çokta ahlâk sahibi olmak için bir dine mensup olunması gerektiği gibi bir yanlış inanca sahip insanları ve tutumlarını yadırgıyorum. Bu düşünce bana çok uzak. Bence bir insan için ahlâklı veya ahlâksız ifadeleri kullanıldığında o kişinin dinsiz veya dindar olduğu ile ilgili bir bilgiyi değil, sadece doğruluk, dürüstlük, vicdan, yalan, iftira, saygısızlık gibi değerlerle ilgili ifadelerin anlamını idrak etmek yeterlidir. Bu değer yargılarını önemseyen herkes gibi ben de kendi kusurlarını, ayıplarını bir çuvala basıp, başkasının ayıplarını duvara asan mahalle baskısı veya el alem denen figürün yerine geçen sosyal medya zorbalarının çağımızın en büyük ahlaksızlığını işlemekte olduğunu düşünmekteyim.

Zararlı ve kötü emelli sosyal medya hesaplarını şikâyet edip insanları uyarmaktan bahsetmiyorum. Koca dünya ve onun bin bir türlü sosyal medya platformlarında insanların maneviyatlarına, inançlarına veya inançsızlıklarına, giyim tarzına, mesleğine, icra ettiği sanata saldırmakla nereye varabiliriz. Oysa insan ömrü kendi kusurlarını, ayıplarını düzeltmeye bile yetmez. Herkes kendi eksikleriyle meşgul olsaydı dünyada düzen ne güzel olurdu değil mi?

İnsanlar yaralarınızla neden ilgileniyor? Yanınızda olmak istemeleri size kendinizi iyi hissettirmek mi yoksa sadece size akıl vererek, öğüt vererek kendinizi güçsüz ve zayıf hissetmenizi, kötü hissetmenizi sağlamak mı? Ya da istedikleri sadece kendi eksiklerini, kusurlarını, zayıflıklarını, korkularını, üzüntülerini, acılarını unutmak mı?

Kendi dışında herkesin yaşantısına hakem olmaya meraklı insanlar, iş kendi hayatlarına geldiğinde oyunun kurallarını değiştiriyor, “o zaman öyleydi şimdi böyle” diyorlar.

Hazır menfaatten söz açılmışken menfaati kadar insan olabilenlere de biraz değinmek istiyorum. Muhtemelen sevgi yumağı, hayvan dostlarımız kedilere “Nankör Kedi” yakıştırmasını da nankör bir insan yapmıştır. Dünya nankör kedilerle değil, nankör insanlarla doludur. Bir insana hiç kimseden hatta ailesinden bile görmediği sevgiyi, saygıyı, ilgiyi gösterseniz sizden hızla uzaklaşır.

Hayat öyle acımasızdır ki içinizdeki ufacık beklentilerin yerine büyük hayal kırıklıkları bırakan bencil insanlar tanıtır size.. Bunlardan birine güzel bir şiir iletseniz veya birlikte bir film izlemek isteseniz, birlikte bir kitap bitirmek isteseniz daha sonra derler. Gün gelir artık gördüğünüz kabalıklar ve umursamazlıklar yüzünden kendinizden özür dilersiniz. Bir gün bir kanalda Cemal Süreya’dan bir şiir seslendirmesi dinliyordum oraya birisi şöyle bir yorum yazmıştı;

“Kendimden özür diliyorum, bu güzel şiiri daha sonra dinlerim diyen birisine ilettiğim için..”

“Affetmeli miyim kendimi, ‘Günaydın’ mesajıma ‘İşim var meşgulüm’ diye yanıtlayan bir insanı hayatıma aldığım için..” demişti bir diğeri.

İçinizdeki bütün hevesleri ve isteği tüketmiş olmalarına rağmen, küçük beklentilerinizi büyük hayal kırıklıklarına uğratan insanları affedebilir misiniz? Belki.. Ama yaşam alanınız kimsenin kendi hayatına sadece renk katmak için girdiği bir yer olmamalıydı, kimsenin adrenalin pompalamak istediği için uğradığı bir lunapark olmamalıydı değil mi?

İnsan hayatı bu kadar hoyratça tüketmemeli! Arada bir gerçekten nefes alıp, oturup düşünmeliyiz, yaşamak ne demek kendimize sormalıyız:

Anlatılanla yaşanılan bir mi? Sözlere mi inanmalı, yaşatılanlara mı bakmalı?

Yaşanılanla hissedilen bir mi?

Her ayrılık üzer mi?

Her kavuşma güzel mi?

Her özleme bir vuslat şart mı?

Kalabalıklar içinde mi yoksa herkesten uzakta mı yalnızız?

Yağmuru mu seyretmek daha güzel, yoksa dolunayı mı?

Her sabah güneşe gülümseyince her gün mutlu olunur mu?

Ne bekliyoruz yarından?

Ne istediğimizi biliyor muyuz?

‘Eyvah’ larımıza ne kadar uzak, hayallerimize ne kadar yakınız?

Hastalıkta ve sağlıkta, her şeye rağmen hayat yaşamaya değer mi?

 

 

 

 

 

Ne Bakıyorsun Yüzüme Alık Alık!

Ben zaten bu merdivenleri çıkarken

“Destur!” çektim

Eteklerimi topladım

Kollarımı sıvadım

Vicdanımı yastık altı yapmadım

Ama merhameti lâyığına sakladım

Koşmadım,

Yürüdüm adım adım

Engebeli yollarda önüme çıkan

Bütün taşları ayıkladım

Şimdi sen,

Aynı yollardan geçmiş edasıyla

Ne bakıyorsun yüzüme alık alık!

Evet,

Sevmiyorum kalabalık!

Evet,

Hem çok nazik, hem çok ukalayım!

Evet,

Hadsizliğe tolerans gösteremem!

Çünkü en çok kendime saygım!

Evet,

Herkese selam vermem, herkese hatır sormam!

Çünkü insan seçerim!

Evet,

Kimine göre çok nahif bir insanım

Çünkü iyi insanlarla da kesişir yollarım!

Evet,

Bıkkınım

Ama vazgeçmem!

Evet,

Yorgunum

Ama güçsüz değilim!

Evet,

İnatçıyım

Hakkım olanı söke söke alırım!

Evet,

Sivri dilliyim!

Ama adaletsiz değilim!

Evet,

Kendime çok güvenirim

Ama kibirli değilim!

Evet,

Aceleciyim!

Ama hayret edersin çoğu zaman

Taş çatlar, ben sabrederim.

Bu yüzden

Boşuna bakma alık alık!

İstediğini sana veremem!

~Zübeyde Asya ~

 

 

 

Manipülasyon

Bilindiği üzere manipülasyon bir kişinin başka bir kişiyi ya da kişileri kontrol etmek amacıyla, yalan söyleme, yanlış bilgi verme, baskı gibi yöntemler ile duyguları ve tavırları değiştirmeye, etkilemeye yönelik davranışların tümüdür.

Manipülasyon insanları etraflarında kendilerinden akıllı birileri olsun istemezler, elde edemediklerini bir başkasında görmek istemezler, gerekli yerlerde gösteremedikleri tepkileri, tavırları koyabilen, kuramadıkları iletişimleri kurabilen, hak hukuk arayabilen özgür insanları kıskanırlar.                          İnsanların sevgi bağını, sevgi alışverişini, mücadele gücünü kıskanırlar. Tuzaklarla, yalanlarla, oyunlarla onları manipüle eder, bulundukları çevreden uzaklaştırırlar. Çünkü onlar etraflarında olduğu sürece aptallıkları, beceriksizlikleri, yalanları dolanları, kolaycılıkları göze batar.

Kötü kalplerini düzeltme imkanları asla olmayan bu hırslı insanlar eziklik gibi bir ruh bunalımı içerisinde karşılıklı iletişimi bozacak bir bahane bulur, despotlaşır, saygısızlaşır, hadsizleşir, kıskançlıktan deliye dönerler. Ve bu insanlar ne kadar maneviyata yönelmiş, maneviyatını yükseltmiş gibi maskeler, tavırlar takınırlarsa takınsınlar aslında daha çok insanlıktan uzaklaştıklarını gizleyemezler.

Zübeyde Asya

 

 

HAKLIYIM

Kendime bi’ mezar kazarken buldum
Mezarın içinde ben, benim de içimde sen
Düşünmekten, ağlamaktan yoruldum
Kalbimin içinde sen, kalbinin dışında ben
… Bu hikâyede yanan ben oldum..

Bu hikâye bizim hikâyemiz. Biz kadınların ortak kaderi ve değişmesi gereken hikâyesi;

Esirgemedim sevgimi, ilgimi, şefkatimi kimseden. Kırılgan, incecik bir dal idim ama özenle besledim, büyüttüm, soldurmadım o narin çiçeklerin yapraklarını. Budak budak oldum da kendim budadım gölgesini kederlerimin.. Güneş bana doğmasa da ben ona uzandım. Bulutlu günlerde bile yağmursuz kaldım. Yine de kendi kendime yetiştim, erkenden olgunlaştım. Eğilip bükülmedim. Kırılmadım, kurumadım, çürümedim, her şeye rağmen hep ayakta kaldım.

Üzerime vazifeydi de ondan yettim kimsenin yetişemediklerine ve de yetiştiremediklerine…

Kendi isteklerim için hep eksik ve zayıftım bu yüzden yapamazdım. Ama nedense başka her şeye dayanıklıydım, herkese koşardım. Dedim ya vazifemdi yapardım.

Zaman zaman,

“Yoruldum” dedim, “haklısın” dediler.
“Dinlenmeye ihtiyacım var, yardıma ihtiyacım var, umursanmaya ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

“Duyun beni artık! Benimde sevgiye, ilgiye, şefkate ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

“Sırtımdaki yüklerden, kalbimdeki ağırlıklardan kurtulmak istiyorum” dedim, “haklısın” dediler.

“Yorgunum, mutsuzum” dedim, “haklısın” dediler.
“Birazcık eğlenmeye, dinlenmeye, kendimi dinlemeye ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

“Kendi tercihlerimi yapmak, kendi hatalarımın sonuçlarını yaşamak istiyorum” dedim, “haklısın” dediler.

“Hayallerim vardı hep ertelediğim, hep vazgeçtiğim. Yeniden onlara ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

Hep hak verdiler ama hiçbir zaman hakkım olanı vermediler.
“Haklısın” demek; “ama olmaz, ama hayır, ama ne gerek var, ama boş ver, ama vazgeç, ama gitme kal, ama hep böyle kal” demekti.

Ben nelerden vazgeçtim, ben nelere katlandım, ben ne çok eksildim, ne çok yara aldım da hiç kimse farkında olmadı.
Ne dallar gövdesinden kırıldı, koparıldı. Ne canlar yitti de yapılması gerekeni, olması gerekeni ancak anladım.
Haklı olduğumu biliyordum, hakkım ne biliyordum, bu hiç değişmedi. Ben sadece bana öğretilen yanlışları kendi doğrularımla değiştiriyorum.

Ben artık kimsenin hakkım olanı bana vermesini beklemiyorum, kendi kendime hakkımı veriyorum.

Çünkü ben “GÜÇLÜYÜM”

Çünkü ben “DAYANIKLIYIM”

Çünkü ben “YETENEKLİYİM”

Çünkü ben “DEĞERLİYİM”

Çünkü ben “BAŞARABİLİRİM”

Çünkü ben “AZİMLİYİM”

Çünkü ben “SEVGİ DOLUYUM”

Çünkü ben “ŞEFKATİN TA KENDİSİYİM”

Çünkü ben “FAZLAYIM”

Çünkü ben “EMEKÇİYİM”

Çünkü ben “KADINIM”

Çünkü ben “HAKLIYIM”

Anlık, 19 Şubat Pazartesi 00:33

Bazen yaşadığımız acı olaylar ruhumuzu derinden etkiliyor ama biz bunun farkına hemen varamıyoruz.

Güçlü olduğumuzdan yıkıcı bir etkisi olmuyor zararsız, sıkıntısız bir şekilde atlatıyoruz sanıyoruz… Elbette zor günlerin üstesinden geliyoruz, hepsi bir şekilde gelip geçiyor, bazı üzüntüler hafifliyor, bazısı tamamen bitiyor. Ama bir süre ruhumuzdaki tahribatından, bedenimize verdiği zarardan hiç haberimiz olmuyor.

 

Benim de belli ki yaşadığım şoktan bir süredir donmuş gibiydi göz yaşlarım. İçime dahi ağlayamıyordum. Hissiz, duygusuz bir insan gibi tepkisizdim her şeye.. Çok güçlü, demir gibi sağlam duruyordum. Arada bir kendimi yokluyordum; İyi miyim? Evet, iyiydim. Hiçbir sorun yoktu…

 

Peki daha iyi günlere, her şeyin düzeleceğine umudumu kaybetmiş değilken nasıl oldu da bir anda her şey tersine döndü? Neden birkaç gündür gerekli gereksiz her şeye ve her yerde ağlıyorum. “Bunun neyine bu kadar ağlıyorsun” ya da “Bu ağlanacak bir şey değil ki” diyecekler diye göz yaşlarımı saklıyorum.

Meğer ruhum can çekişiyorken ben onun nefesini kesmişim, çığlıklarını susturmuşum, içimdeki fırtınaya sağır olmuşum, gözyaşlarımın önüne set koymuşum, duygularımı dondurmuşum.

Şimdi bana birden bu kadar büyük bir çözülme çok zor geliyor.

Ve neticede anlıyorum ki her acı yüreği yakmıyor bazısı da donduruyor.

Filo’nun En İyi Dostu Ejduka

Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar çeşit çeşit meyvelerle, türlü türlü ağaçlarla dolu rengârenk çiçeklerle süslü ve tertemiz havası ile hayvanlara mutlu bir yuva olan yemyeşil bir orman varmış.. Bu ormanda bütün hayvanlar birbirleriyle yardımlaşarak dostluk içinde yaşarlarmış.

Bu güzel ormanda yaşayan hayvanlardan fil ailesinin küçük sevimli yavrusu Filo ile ejderha ailesinin küçük sevimli yavrusu Ejduka çok iyi iki dostmuş.

Filo meraklı, sevgi dolu ve birazcık da tombulmuş. Ejduka ise konuşkan, sevgi dolu ve birazcık da kısaymış. İki iyi dost her gün kahvaltılarını yapar yapmaz oyun parkında buluşurlarmış. Bazen diğer yavruların oyunlarına katılmalarına izin verseler de ikisi birlikte oyun oynamaktan daha çok hoşlanırlarmış.


Bir gün Filo yine her sabah olduğu gibi aceleyle kahvaltısını yapıp çok sevdiği arkadaşı Ejduka ile buluşmak için ormandaki oyun parkına gitmiş. Filo ve Ejduka bugüne kadar oyun parkında birbirlerini hiç bekletmemişler ama bu sefer nedense Ejduka gecikmiş. Filo, Ejduka’yı beklemiş beklemiş Ejduka gelmemiş. Filo en iyi arkadaşı Ejduka’yı beklemekten artık çok sıkılmış. Sıkılınca da tek başına biraz salıncakta sallanmış birazcık da kaydıraktan kaymış hatta salıncaktan inerken dengesini kaybetmiş ve düşmüş. Filo salıncaktan nasıl düştüğünü anlatmak ve dizindeki yarayı göstermek için daha da çok sabırsızlanmış. Ejduka’nın oyun parkına gelmesini dakikalarca ve saatlerce beklemiş ama Ejduka gelmemiş. Filo beklemekten yorulmuş arkadaşının oyun parkına onunla oynamaya neden gelmediğini çok merak ediyormuş.
Filo; “Benim en iyi dostum, canım arkadaşım Ejduka acaba neden gecikti, neden halâ benimle oyun oynamaya gelmedi?” diye söylenirken o sırada oyun parkının karşısındaki yolda yürüyen Ejduka’nın annesi ile babasını görmüş. Hemen yanlarına koşmuş.
“Merhaba Efendim! Nasılsınız?” demiş.
Ejduka’nın babası;
“Merhaba Filo! Biz iyiyiz, teşekkür ederiz. Sen nasılsın?” demiş.
Filo;
“Ben de iyiyim fakat Ejduka’yı merak ediyorum. Bugün oyun parkına benimle oynamaya neden gelmedi?” demiş.
Ejduka’nın annesi üzgün bir hâlde;
“Ejduka çok hasta şimdi yuvamızdaki odasında dinleniyor, biz de Şifacı Doktor Timo’dan Ejduka’nın iyileşmesi için gerekli olan ilaçları almaya gidiyoruz. İlaçları düzenli kullanıp bolca dinlenince Ejduka iyileşecek yine eskisi gibi birlikte eğlenceli oyunlarınızı oynayabileceksiniz Filocuğum. Ama bir süre birbirinizden uzak durmanız gerekiyor. Çünkü Ejduka, bulaşıcı bir hastalığa yakalandı. Hastalığın sana bulaşmasını ve senin de hasta olmanı istemeyiz.” demiş ve Ejduka’nın annesi ile babası Filo’ya veda edip şifacı timsah Timo’nun şifahanesinin yolunu tutmuşlar..

Oyun parkında yapayalnız kalan Filo, hem arkadaşının durumuna hem de ondan bir süre ayrı kalacağına üzülmüş. O gün birkaç yavru aslan ve yavru sincap ile bir süre parkta saklambaç oyunu oynadıktan sonra Filo da yuvasına dönmüş. Ejduka günlerdir hasta olduğundan oyun parkına gelemediği için Filo hiçbir oyundan zevk alamıyor, oyun oynarken hiç mutlu olamıyormuş. Bu yüzden Filo da artık oyun parkına gitmiyormuş.
Filo ile Ejduka neredeyse bir haftadır birbirinden ayrıymış. Filo, arkadaşından ayrı kalmaya artık dayanamıyormuş. En iyi dostu Ejduka’nın da kendisini çok özlediğini düşünüyormuş. Filo, Ejduka’nın yanına gitmeye karar vermiş. Kendi kendine sabah erkenden Ejduka’nın yanına gitmek için plân yaparken uyuyakalmış.

Sabah kimse uyanmadan ve ailesine haber vermeden gizlice yuvadan çıkmış. Yanına aldığı sepete ormanda ne kadar meyve varsa hepsinden toplamış. Yolda çok oyalanmadan Ejduka ve ailesinin yaşadığı yuvaya varmış. Ejduka’nın ailesi Filo ve Ejduka’nın görüşmesine izin vermeyecekleri için Filo yuvanın kapısına değil Ejduka’nın odasının penceresine tık tık yapmış. Ejduka pencereyi açtığında Filo hemen ormandan topladığı bir sepet meyveyi arkadaşına uzatmış. Ejduka, arkadaşı Filo’nun onun için ormandan meyveler toplamasına ve onu görmeye gelmesine çok sevinmiş. İki dost biraz sohbet etmiş, özlem gidermişler. Beraber değilken neler yaptıklarını birbirlerine anlatmışlar. Biraz sonra Filo, Ejduka’ya “ailem yokluğumu fark etmeden gitmem gerekiyor, sonra yine gelirim” demiş ve Ejduka ile vedalaşıp yuvasına dönmüş.
Gerçekten de o gün kimse Filo’nun Ejduka’yı görmeye gittiğini fark etmemiş.

Ta ki birkaç gün sonra Filo ateşlenip vücudunda kırmızı benekler oluşana kadar..

Filo büyüklerini dinleyip Ejduka iyi olana kadar onu ziyarete gitmeseydi kendisi de hastalanmayacaktı. Bu yüzden bir süre daha Ejduka ile Filo ayrı kalmayacaktı.

Mutlu olmak için sağlıklı olmak gerekir. Sağlığımızı koruyalım çocuklar.

 

Yazar: Zübeyde Asya

 

Küçük Filozof Filo

Bir zamanlar sulak alanları bol olan, çeşit çeşit ağaçlar ve meyvelerle dolu bir ormanda dostluk içinde birçok hayvan ailesi yaşarmış. Bu ormanda yaşayan hayvan ailelerinden biri de fil ailesiymiş. Bu fil ailesinin en küçük üyesi hem zeki hem de çok sevimli olan Filozof adında yavru bir filmiş.

Sevimli Filozof’a, ormandaki diğer yavrular “Filo!” ismi ile seslenirmiş.

Filo’nun kocaman kulakları o kadar güçlü bir yapıya sahipmiş ki ormandaki kuşların, böceklerin, çitaların, aslanların, zürafaların ve başka birçok hayvanın sesini birbirinden ayırt edebilirmiş. Kuşları ötüşünden tanırmış. Duyduğu bir kuş sesinin yırtıcı bir kuşa mı yoksa bir baykuşa mı minik bir serçeye mi ait olduğunu hemen anlarmış.

Filo’nun ışıl ışıl parlayan, etrafına sevimli sevimli bakan güzel gözleri ise ağaçtan düşen yaprağı bile meraklı meraklı takip edermiş. Filo, ormandaki her durumun, her olayın bütün detaylarını araştırır, incelermiş. Aklına takılan bütün soruları ilk önce iyice düşünür bir cevap bulmaya çalışırmış. Eğer merak ettiği şeye bir cevap bulamazsa hemen büyüklerine sorarmış. Merak ettiği ne varsa öğrenmeden asla yemek yiyemez, uyku uyuyamaz, rahat edemezmiş.

İşte, böyle çok meraklıymış bizim küçük Filozof Filomuz. Bazen ormandaki diğer yavrularla oyun oynarken Filo’nun aklına bir soru takılırmış. O soru, bir türlü Filo’yu rahat bırakmazmış. Bırakmazmış ki Filo, arkadaşlarıyla oyununa devam edebilsin, oyununu eğlenerek oynayabilsin. Meraklı Filo aklındaki sorunun peşine takılıp oyunu her defasında yarım bırakıp oyun alanından koşarak uzaklaşırmış. Arkadaşları ise oyunlarını bu şekilde bozulduğu için Filo’ya içten içe kırılırlarmış, küserlermiş. Hatta bir gün Filo’nun arkadaşları toplanıp kendi aralarında bu soruna bir çare aramışlar. Düşünüp taşınıp bir karara varmışlar. Bu kararlarını da Filo’ya anlatmak niyetinde imişler. Bir gün yine Filo oyun alanına onlarla oyun oynamaya geldiğinde oyun başlamadan önce Filo ile bir anlaşma yapmak istemişler. İçlerinden birisi Filo’ya demiş ki;

-Filo! Artık biz senin oyunu yarım bırakıp gitmelerinden bıktık. Bu yüzden eğer bizimle oyun oynayacaksan bir konuda seninle anlaşmamız gerekiyor. Bundan sonra bizimle birlikte oyun oynayabilmen için bir şartımız var. Bu şartımız; aklına bir soru takıldığında oyunu terk etmeden önce o soruyu bize sorman. Eğer hep birlikte aklındaki sorulara bir cevap bulamazsak oyunu bırakıp gitmene izin vereceğiz. Bizimle oynamak istiyorsan bu anlaşmaya tamam demek zorundasın. Tamam mı? Ne dersin?

Filo arkadaşlarıyla oyun oynamayı çok sevdiği için hiç düşünmeden;

-Tamam.

Demiş. Ormandaki yavrular hep birlikte eğlenerek oyunlarını oynarken bir yandan da Filozof Filo’nun sorularına yanıtlar arıyorlarmış. Ama Filo’nun sorularının ardı arkası kesilmiyormuş. Bir süre sonra oyunun tadı kaçmış, Filo’nun soruları arkadaşlarını bıktırmaya başlamış. Filo’nun arkadaşları onun sorularından sıkılmışlar ve artık dayanamamışlar birlikte yaptıkları anlaşmayı ilk önce kendileri bozmuş. Hepsi bir ağızdan Filo’ya “Meraklı! meraklı!” diye söylenmişler, Filo ile dalga geçmişler.

Filo olanlara üzülse de arkadaşlarına hak vermiş. Onlardan özür dilemiş ama bu anlaşmanın oyunlarının bozulmaması için hiçbir işe yaramadığı da ortadaymış.

Zaten, bir tek Filo’nun ailesi hiç bıkmadan, usanmadan Filo’nun merak ettiği her soruyu yanıtlarmış. Onun araştırmacı ve her şeyi öğrenmeye meraklı yanını her zaman bir tek onlar desteklermiş.

Ormanda her şey yine eskisi gibi devam ediyormuş. Bir gece Filo ailesiyle birlikte, göl kenarındaki ağaçlıkta mışıl mışıl uyurken bir çıtırtı sesiyle uykusundan uyanmış. Fil ailesinden Filo dışında herkes halâ tatlı, derin uykusundaymış. Filo, tekrar gözlerini kapatıp uyusa mı, yoksa onu uykusundan uyandıran bu çıtırtı sesi neyin nesi, nereden geldi araştırsa mı, kendi kendine bir süre düşünmüş. Sonra tabii ki meraklı yanına engel olamamış. Hemen yerinden kalkıp ormanın içlerine doğru yürümüş. Etraf çok karanlıkmış. Filo, karanlık ormanın içlerine doğru ilerledikçe gizemli bir maceranın da onu içine çektiğini hissediyormuş. Bacakları, bilmediği bu maceradan korkup titrese de adımları ileri gitmekten vazgeçmiyormuş. Böyle biraz daha ilerledikten sonra ağaçlıkların arasına serpilmiş yıldızlar gibi parlayan, çıtır çıtır sesler çıkaran bir şeyler fark etmiş. Ağaçların arasında oluşan bu şeyin ne olduğunu anlayamamış. Hayatında ilk defa karşılaştığı bu; gözünü acıtan, sıcak ve korkunç şeyden geriye doğru kaçmaya başlamış. Ve nefes nefese ailesinin yanına gelmiş. Filo çok korktuğu için heyecanlı ve ürkek bir sesle;

– Anneciğim! Babacığım! Kardeşlerim! Uyanın.. Çabuk uyanın!

Diye, seslenerek onları tatlı uykularından uyandırmış. Ailesi şaşkınlıkla ona bakarken Filo, onlara yeniden seslenmiş;

-Merak ettiğim bir şey var ve bu çok önemli!

Annesi;

-Filo bizi uykumuzdan uyandıracak kadar önemli olan şey de nedir? Haydi! Seni dinliyoruz, söyle!

Filo;

-Sizce şuanda ormanda çıtırtılı sesler çıkaran, yıldızlar gibi parlak ışıklar saçan, gözlerimi acıtan, o sıcak şeyler ne olabilir?

Annesi;

-O, bir ateş olabilir!

Filo’nun annesi bu yanıtından sonra farkına varmış olacak ki, endişeyle ve korkuyla;

-Eyvah! Bu bir yangın olabilir, Filo! diye haykırmış.

Fil ailesi bir yandan ormanın yakınındaki gölden hortumlarına aldıkları suyla yangını söndürmeye koşuyor bir yandan diğer hayvanları yardıma çağırıyorlarmış. Neyse ki yangın bütün orman halkı tarafından kısa bir süre içerisinde büyük zararlar açmadan söndürülmüş. Küçük, sevimli ve meraklı Filo’nun sayesinde bütün orman halkı büyük bir faciadan kurtulmuş.

Ormandaki bütün hayvanlar ve yavruları Filo’nun meraklı yanı sayesinde yanmaktan kurtuldukları için Filo’ya teşekkür etmişler.

Filo ise kendi kendine;

“Merak ile peşine düştüğüm bu olay meğer bir macera değil bir faciaymış.” diye düşünmüş.

Çocuklar! Keşfetmek ve öğrenmek için merak etmeye ihtiyacınız var. Lütfen merak edin.

 

Yazar: Zübeyde Asya

 

 

 

ZAHMET ETME

Sevilir, sevinilir, emek verilir, her zaman aynı duygu yoğunluğunda olunmasa da sevgi değerini bilenlerle uzun süre devam ettirilebilir.

Sevgi duyduğumuz insan özelimizdir, değerlimizdir. Sevgimizle, ilgimizle onun ruhunu besleriz. Tabiatımız gereği bizler de bu özel kişimizden aynı özenle sevgi ve ilgi görmek isteriz. Ne var ki çoğu ilişkide ilgi alâka başlangıçta karşılıklıyken çok kısa bir süre sonra ilişki; zaman ayıranın, emek verenin tek taraflı olduğu bir hâle evirilir.

Bu yüzden ilişkilerin bana en çok sorgulattığı, merak ettiğim konular şunlardır;

Neden başlangıçta var olan o güzel duygulardan hemen vazgeçiliyor?

Neden insanlar çok çabuk bir şekilde ilişkide olduğu insanın gösterdiği ilgiyi, verdiği sevgiyi hemen basitleştiriyor, önemsizleştiriyor?

Ve neden her daim özveride bulunan, zamanını, sevgisini, ilgisini esirgemeyen kişi bir süre sonra yaşadığı şeyin ilişki olmadığının farkına varıp pes ettiğinde; ilişkiye emek vermeyen, önemsemeyen kişi tarafından vazgeçtiği için suçlanıyor, bu şekilde neden manipüle edilmeye çalışılıyor?

Sorularıma kendi kendime bir takım yanıtlar bulsam da neticede yıllar sonra edindiğim, gözlemlediğim yaşantılardan;

“Her şey küçükken aşk başlarken güzeldir..” çıkarımında bulundum.

Herkesten artakalan zamanının onda birini özeline ayırabilen kişi, sadece kendini boşlukta hissettiği zaman kendi hayatı için motivasyon arayan kişi;

ilgin, sevgin ne kadar önemli olsa da senin sormadığın, alâkadar olmadığın bütün bu zamanlar boyunca türlü sıkıntılar atlattığından bihaber olduğun insan senin için değerli olamaz. Ona kendisini değerli hissettirmiş olamazsın. O yüreği susturana kadar büyük emek harcayıp da sakın ola ki hiçbir sözle ve vaatle zahmete girme!

Ayrıca önemseyen, sevgisi olan, değer veren kişi sevgiyi sadece sözle ifade edemeyeceğini de bilir. Bir insan seviyorsa ondan çabalamasını istemezsin. Seven insandan hiçbir şey istemeye, beklemeye gerek yoktur. Seven davranışlarıyla varlığını, sevgisini hissettirir, güven verir.

İlişki içerisinde olduğu kişiyi günler sonra hatırlamaz. Herkesi üzen, can yakıcı bir olay yaşandığında ilk aklına sevdiği kişi gelir, onun ne durumda olduğunu da merak eder. Mutlu olduğunda heyecanını, mutluluğunu ilk onunla paylaşır. Çünkü o değerlisidir, özelidir.

Bu yüzden eğer duygu seli ile başlayan ilişkiyi devam ettirecek kapasiten yoksa lütfen zahmet etme!

Hayatımın akışında bir kenarda, bir köşede dursun ihtiyaç duyduğumda yara bandı olsun deme! Hiç zahmet etme, boşu boşuna isyan etme!

Artık bahaneler de isyanlar da anlamsızdır.

Bitirmek zor geldiği için uzaklaşıp yakınlaşan, birazcık sevgi uğruna çokça yara alan o insan bir gün senden vazgeçtiğinde artık blöfler işe yaramaz.

Başta karşılıklı duygu varken çok kısa bir süre içinde ilişkide duygusallık ve romantizmden eser kalmamışsa anla ki ilişkinin olayı bitmiştir. Karşındakini suçlamanın manası yoktur. Manipüle edici davranışlar  o kişinin sana olan saygısını da bitirir. Çünkü o, senin olumsuz olarak sergilediğin her davranışının bilinçli olduğunun farkındaydı. Yine de ilişki için bir süre umut etti, emek verdi. O kişinin bir tek hatası olabilir o da içindeki iyimserliğidir. Senin varlığının da yokluğunun da ilişkide hiçbir anlamı kalmamışsa, hiçbir etkisi yoksa kendini kayıptan sayma!

Egolar, tatminsizlikler, yaşça büyüse de olgunlaşamayan ruhlar, başka insan alternatifleri, aldatıcı, renkli hayatlar.. Ve bize bahşedilen şu kısa hayatta,  türlü koşullar içerisinde gerçek sevgiyi bulmak çok zorken aksine kaybetmesi çok kolaydır. Bunu unutmamalıyız!

Gerçek sevgi hazinedir. Kaybettiğinde kimseyi suçlamaması için insan böyle bir hazineye denk gelirse sevgi arsızı olmamalıdır.

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti.”

Sevgiliye zaman ayırmalısın çünkü o senin gerçek meşguliyetinin de boş uğraşlarla geçirilen, harcanan vaktinin de her zaman farkındadır.

Zaman ayırmak ilişkinin selameti için önemlidir. Bunun yanında hediyeleşmek de önemlidir. İlişkideki insanlar asla karşılıklı olarak hediyeleşmeye “maddi yönden sömürülüyorum” manası yüklememelidir. Ki seven, değer veren insanlar bunu yapmaz.

Hediyeleşmek;

“Sana değer veriyorum. Seni mutlu etmeyi düşünerek zaman harcadım, emek harcadım, olanaklarımı harcadım, çünkü sen buna değersin” demektir.

Dilerim ki,

Kalbimizi açabilen tek anahtar olan sevgimizi kaybetmeyelim.

Sevgililer günümüz kutlu olsun.

Sevgi yüreğimizi terk etmesin.

Sevginin en güzeli bizlerle olsun.

 

 

×