Hayat Nedir, Yaşamak Neye Denir

Hayat Nedir? Yaşamak Neye Denir?

Hayat; evrenin, galaksilerin, gezegenlerin, dünyanın, dünya üzerindeki canlı, cansız (mutlaka enerjiye sahip olduğunu bildiğimiz maddelerin) bütün varlıkların, bütün oluşumların sonsuzluk içerisinde belirli bir düzende ve seyirde var olma süresidir.

“Yaşam, canlı ve etkin bir varlığı ölü bir varlıktan ayıran niteliktir.” Bu yüzden yaşamak, varlıkların hayata kattığı anlama, hayatta var olmak için gösterdiği çabaya, isteğe ve harcadığı enerjiye denir.

Felice Leonardo Buscaglia, şöyle demiş “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek” isimli kitabında; “Yaşamak, yaşama etkin biçimde katılmak demektir. Yaşam ellerinizi kirletmek demektir. Yaşam her şeyin tam ortasına dalmak demektir. Yaşam yüzükoyun yere düşmek demektir. Yaşam kendinizi aşmanız yıldızlara ulaşmanız demektir.”

Buscaglia, bu tanımıyla yaşamı iyisiyle kötüsüyle kabul edin diyor bizlere..

Her adımında kazanma umudu olan insanoğlunun, bir gün var olanları teker teker kaybedebileceğinin bilincine vardığı bir güzergâhtır yaşamak. İyilik, kötülük, doğruluk, güzellik, çirkinlik, varlık, yokluk, cesaret, korku, pişmanlık, acı, heyecan, inanç, umut, mutluluk bütün bunları duymak, farkında olmaktır yaşamak. Bir durumu, bir duyguyu yaşamak, bir eylemde bulunmak bize hayatta olduğumuzu hissettirir. Ve eyleme geçebilmek için umuda, inanca ihtiyaç vardır. Bizler ne kadar karamsar olursak olalım umut olmadan yaşayamayız. İnsanın en büyük karamsarlığının devasa karanlığında bile kuzey yıldızı gibi parlamaya hazır, ona yön gösterecek küçük bir kıvılcımdır umut.

Umut ışığı güneş gibi parlayanların dayanağı da nihayetinde kötülük cezalandırılacak, iyilik mükafatlandırılacak inancıdır. Bu umuda tutunan insanlar zorlukları daha kolay aşarlar, hayatı daha kolay yaşarlar. Her ne kadar tanış olduğumuz, arkadaşlık, dostluk veya gönül ilişkileri kurduğumuz bazı insanlardan cennetimiz sandıklarımız cehennemin dibi olsalar da orada burada değil şeytanın içimizde olduğu düşüncesine iten durumlar yaşasak da bir zaman sonra inanmak ile umut yüreğimize hızla ve yeniden yüklenir.. Yaşamak hissetmekle, harekete geçmekle yeniden başlar. Sadece toplumun, devletin, aile büyüklerinin, arkadaş, akraba vs. çevrenin beklentilerini, bizden istediklerini karşılamak, koyulan kurallara, yasaklara uymak, verilen ödevleri yapmak, görev adamı olmak hayata değer veriyoruz anlamına gelmez. Hayatı yaşıyoruz anlamına gelmez.

Yemek, içmek, üremek ve gelişmek gibi şeylerin yanında nefesimizin farkında olmak, düşüncelerimizi, kalp atışlarımızı duymak, bir çiçeğin kokusuyla mest olmak, çıplak ayakla bastığımız toprağın, yağmur damlacıklarının tenimize dokunuşunu hissetmek, vicdanımızı dinlemek, hayal kurmak, plan yapmak yaşamaktır. Bütün bunlar yaşam denen enerjiden kaynaklanır ve hayatta olduğumuzu, hayata değer kattığımızı gösterir.

Ağlamanın ruhu arındıran, kalbi ferahlatan, sinirleri yatıştıran yönüne; gülümsemenin hatta içimizden coşkuyla koparak gelen kahkahaların güzelleştiren iyileştiren bulaşıcı gücüne sıkı sıkı sarılarak hayatı yaşamak gerekir.

Yaşamak, hayata verdiğimiz değerdir ve onun için harcanan efordur. Ama ne yazık ki bize verilen isimlerle ve rollerle biricik olan hayatımızın içerisinde çoğu zaman amaçsız, hiçbir şey üretmeden ya da üretirken fark etmeden var oluyoruz.

Üreten insanların çoğu kolaycı, üretemeyen insanların çoğunluğu da alaycı.. Gelişen teknoloji fayda sağladığı kadar zarar da veriyor, toplumlar ahlak erozyonunu en şiddetli biçimde yaşıyor, sevgi, saygı hiç ediliyor. Müziğe, resime, edebiyata, sanata dair bütün ürünlerde değer anlayışındaki kuşaklar arası farklılıklar öylesine büyük ki göze batan derin uçurumlar meydana geliyor ve bu sebeple kuşaklar arasındaki çatışmalar kaçınılmaz oluyor. En önemlisi de yarattığımız uçurumlar, mesafeler yargıladıklarımız oluyor.

Hiç kuşkusuz hayatı boyunca yaşam enerjisini daha çok başkalarının hayatlarıyla meşgul olarak tüketenler, başkalarına fedakarlıkta sınır tanımayanlar, kendi hayatlarını başkalarının mutluluğuna adayanlar mutlaka; kendi acılarını duymamak için kendinden kaçanlardır, başkalarının acılarıyla oyalananlardır. Fedakârlığın bir başka türlüsünü de zamanını başkalarının hayatlarını takip ederek, izleyerek, onları konuşarak, eleştirerek ya da özenerek onların hayatlarıyla meşgul olarak yaşayanlar yapıyor. Günümüzde bunların bir kısmını sosyal medya zorbaları, bir kısmını ise kendinin ve ailesinin ihtiyaçlarını unutmuş olan, faydalı hiçbir zanaat, hiçbir sanat icra etmeyen sosyal medya fenomenlerinin her türlü maddi ve manevi sömürüsüne maruz kalanları oluşturuyor.

Herkes birbirinin ahlâk bekçisi olmuş ama hiç kimsenin kendinden haberi yok.  En çokta ahlâk sahibi olmak için bir dine mensup olunması gerektiği gibi bir yanlış inanca sahip insanları ve tutumlarını yadırgıyorum. Bu düşünce bana çok uzak. Bence bir insan için ahlâklı veya ahlâksız ifadeleri kullanıldığında o kişinin dinsiz veya dindar olduğu ile ilgili bir bilgiyi değil, sadece doğruluk, dürüstlük, vicdan, yalan, iftira, saygısızlık gibi değerlerle ilgili ifadelerin anlamını idrak etmek yeterlidir. Bu değer yargılarını önemseyen herkes gibi ben de kendi kusurlarını, ayıplarını bir çuvala basıp, başkasının ayıplarını duvara asan mahalle baskısı veya el alem denen figürün yerine geçen sosyal medya zorbalarının çağımızın en büyük ahlaksızlığını işlemekte olduğunu düşünmekteyim.

Zararlı ve kötü emelli sosyal medya hesaplarını şikâyet edip insanları uyarmaktan bahsetmiyorum. Koca dünya ve onun bin bir türlü sosyal medya platformlarında insanların maneviyatlarına, inançlarına veya inançsızlıklarına, giyim tarzına, mesleğine, icra ettiği sanata saldırmakla nereye varabiliriz. Oysa insan ömrü kendi kusurlarını, ayıplarını düzeltmeye bile yetmez. Herkes kendi eksikleriyle meşgul olsaydı dünyada düzen ne güzel olurdu değil mi?

İnsanlar yaralarınızla neden ilgileniyor? Yanınızda olmak istemeleri size kendinizi iyi hissettirmek mi yoksa sadece size akıl vererek, öğüt vererek kendinizi güçsüz ve zayıf hissetmenizi, kötü hissetmenizi sağlamak mı? Ya da istedikleri sadece kendi eksiklerini, kusurlarını, zayıflıklarını, korkularını, üzüntülerini, acılarını unutmak mı?

Kendi dışında herkesin yaşantısına hakem olmaya meraklı insanlar, iş kendi hayatlarına geldiğinde oyunun kurallarını değiştiriyor, “o zaman öyleydi şimdi böyle” diyorlar.

Hazır menfaatten söz açılmışken menfaati kadar insan olabilenlere de biraz değinmek istiyorum. Muhtemelen sevgi yumağı, hayvan dostlarımız kedilere “Nankör Kedi” yakıştırmasını da nankör bir insan yapmıştır. Dünya nankör kedilerle değil, nankör insanlarla doludur. Bir insana hiç kimseden hatta ailesinden bile görmediği sevgiyi, saygıyı, ilgiyi gösterseniz sizden hızla uzaklaşır.

Hayat öyle acımasızdır ki içinizdeki ufacık beklentilerin yerine büyük hayal kırıklıkları bırakan bencil insanlar tanıtır size.. Bunlardan birine güzel bir şiir iletseniz veya birlikte bir film izlemek isteseniz, birlikte bir kitap bitirmek isteseniz daha sonra derler. Gün gelir artık gördüğünüz kabalıklar ve umursamazlıklar yüzünden kendinizden özür dilersiniz. Bir gün bir kanalda Cemal Süreya’dan bir şiir seslendirmesi dinliyordum oraya birisi şöyle bir yorum yazmıştı;

“Kendimden özür diliyorum, bu güzel şiiri daha sonra dinlerim diyen birisine ilettiğim için..”

“Affetmeli miyim kendimi, ‘Günaydın’ mesajıma ‘İşim var meşgulüm’ diye yanıtlayan bir insanı hayatıma aldığım için..” demişti bir diğeri.

İçinizdeki bütün hevesleri ve isteği tüketmiş olmalarına rağmen, küçük beklentilerinizi büyük hayal kırıklıklarına uğratan insanları affedebilir misiniz? Belki.. Ama yaşam alanınız kimsenin kendi hayatına sadece renk katmak için girdiği bir yer olmamalıydı, kimsenin adrenalin pompalamak istediği için uğradığı bir lunapark olmamalıydı değil mi?

İnsan hayatı bu kadar hoyratça tüketmemeli! Arada bir gerçekten nefes alıp, oturup düşünmeliyiz, yaşamak ne demek kendimize sormalıyız:

Anlatılanla yaşanılan bir mi? Sözlere mi inanmalı, yaşatılanlara mı bakmalı?

Yaşanılanla hissedilen bir mi?

Her ayrılık üzer mi?

Her kavuşma güzel mi?

Her özleme bir vuslat şart mı?

Kalabalıklar içinde mi yoksa herkesten uzakta mı yalnızız?

Yağmuru mu seyretmek daha güzel, yoksa dolunayı mı?

Her sabah güneşe gülümseyince her gün mutlu olunur mu?

Ne bekliyoruz yarından?

Ne istediğimizi biliyor muyuz?

‘Eyvah’ larımıza ne kadar uzak, hayallerimize ne kadar yakınız?

Hastalıkta ve sağlıkta, her şeye rağmen hayat yaşamaya değer mi?

 

 

 

 

 

Manipülasyon

Bilindiği üzere manipülasyon bir kişinin başka bir kişiyi ya da kişileri kontrol etmek amacıyla, yalan söyleme, yanlış bilgi verme, baskı gibi yöntemler ile duyguları ve tavırları değiştirmeye, etkilemeye yönelik davranışların tümüdür.

Manipülasyon insanları etraflarında kendilerinden akıllı birileri olsun istemezler, elde edemediklerini bir başkasında görmek istemezler, gerekli yerlerde gösteremedikleri tepkileri, tavırları koyabilen, kuramadıkları iletişimleri kurabilen, hak hukuk arayabilen özgür insanları kıskanırlar.                          İnsanların sevgi bağını, sevgi alışverişini, mücadele gücünü kıskanırlar. Tuzaklarla, yalanlarla, oyunlarla onları manipüle eder, bulundukları çevreden uzaklaştırırlar. Çünkü onlar etraflarında olduğu sürece aptallıkları, beceriksizlikleri, yalanları dolanları, kolaycılıkları göze batar.

Kötü kalplerini düzeltme imkanları asla olmayan bu hırslı insanlar eziklik gibi bir ruh bunalımı içerisinde karşılıklı iletişimi bozacak bir bahane bulur, despotlaşır, saygısızlaşır, hadsizleşir, kıskançlıktan deliye dönerler. Ve bu insanlar ne kadar maneviyata yönelmiş, maneviyatını yükseltmiş gibi maskeler, tavırlar takınırlarsa takınsınlar aslında daha çok insanlıktan uzaklaştıklarını gizleyemezler.

Zübeyde Asya

 

 

Çikolata Uğruna Elleri Kesilen Afrika’lı Çocuklar

yüzyılın başlarında, Belçika’nın Kongo Ücretsiz Devleti’ni sömürgeleştirmesi sırasında yaşanan insan hakları ihlalleri, tarihin en karanlık sayfalarından birini oluşturur. Kral II. Leopold’un kişisel mülkiyeti olarak işletilen bu bölgede, yerel halk zorla çalıştırılmış ve insanlık dışı muamelelere maruz kalmıştır.

Özellikle çikolata ve kahve ağaçlarının hasadında belirlenen günlük üretim kotalarına ulaşamayan çocuk işçilerin ellerinin kesilmesi ve ailelerine gönderilmesi, dönemin vahşetini gözler önüne seren en acı verici örneklerden biridir. Bu uygulama, sömürge yönetiminin acımasız politikalarının ve insan hayatına verilen değerin bir göstergesidir.

Zihinler Üzerindeki Sessiz Savaş: Medya Nasıl Bir Manipülasyon Aracı Haline Geldi?

Zihinler Üzerindeki Sessiz Savaş: Medya Nasıl Bir Manipülasyon Aracı Haline Geldi?

Bir zamanlar, medya bilgi ve eğlence kaynağıydı; şimdi ise zihinleri şekillendiren bir güç merkezi. Peki, bu değişim nasıl oldu? Ve daha da önemlisi, bu süreçte bizler ne kaybettik?

Bilişsel Savaşın Yükselişi

Bilişsel savaş, adından da anlaşılacağı üzere, zihinleri hedef alan bir savaş türüdür. Silahlar ve mermiler yerine, haberler ve görüntülerle donatılmıştır. NATO’nun bu konuda yaptığı çalışmalar, bilişsel savaşın sadece bir teori olmadığını, gerçek bir uygulama alanı bulduğunu gösteriyor. Peki, günlük hayatımızda bu savaş nasıl kendini gösteriyor?

Medya ve Algı Yönetimi

Günümüzde, medya platformları, toplumları kontrol altında tutmak isteyen güçlerin elinde birer araç haline gelmiş durumda. Sunulan haberler, çoğu zaman kişisel hayatımız üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan, ancak toplumsal algıyı yönlendiren olaylardan oluşuyor. Bu, bireylerin dikkatini gerçekten önemli olan konulardan uzaklaştırıyor ve toplumun genel bakış açısını değiştiriyor.

Üstakıl ve Sinir Sistemi Üzerindeki Etkisi

Üstakıl, boyutlar, reptilyanlar, uzaylılar… Bu tür kavramlar, medya aracılığıyla toplumun sinir sistemine sızıyor ve bizi içten içe etkiliyor. Kimyasal ilaçların yarattığı olumsuz tepkilere benzer şekilde, bu kavramlar da zihnimizde ve duygularımızda değişikliklere neden oluyor. Peki, bu durumdan nasıl korunabiliriz?

Sonuç: Özgür İradeye Doğru

Bilişsel savaşın farkında olmak, ona karşı ilk adımdır. Medyanın gücünü anlamak ve manipülatif haberlerin ötesine geçmek, özgür irademizi korumanın anahtarıdır. Gerçekleri aramak ve sorgulamak, bu sessiz savaşta kendimizi savunmanın yolu olabilir.!

Zamanın Ötesindeki Bilinç: Dr. Elif Lamra’nın Yolculuğu

Zamanın Ötesindeki Bilinç: Dr. Elif Lamra’nın Yolculuğu

Dr. Elif Lamra, zamanın ve mekanın sınırlarını aşmayı hayal eden bir astrofizikçiydi. Genç yaşlardan itibaren, evrenin derinliklerine olan merakı onu bilim dünyasında bir yıldız haline getirmişti. Ancak Elif için asıl soru, insan bilincinin evrenle nasıl bütünleşebileceğiydi.

Yıllar süren araştırmalar ve deneyler sonucunda, Elif, beşinci boyut bilincine geçiş yapabilecek bir teori geliştirdi. Bu teoriye göre, insan zihni, belirli bir frekansta titreşim gösterdiğinde, üçüncü boyutun fiziksel sınırlarını aşabilir ve beşinci boyuta ulaşabilirdi. Elif, bu teoriyi kanıtlamak için kendi üzerinde deneyler yapmaya başladı.

 

Bir gece, laboratuvarında çalışırken, Elif bir anlık aydınlanma yaşadı. Zihni, daha önce hiç olmadığı kadar net ve odaklıydı. Kendini, zamanın ve mekanın ötesinde, sonsuz bir bilinç denizinde yüzerken buldu. Bu, beşinci boyuttu ve Elif, nihayet oradaydı.

Beşinci boyutta, Elif, evrenin sırlarını keşfetmeye başladı. Burada, her şey birbiriyle bağlantılıydı ve her düşünce, evrenin dokusunu değiştirebiliyordu. Elif, bu yeni boyutta, insanlığın geleceği için önemli bilgiler topladı.

Ancak Elif’in en büyük keşfi, beşinci boyutun sadece bir bilinç durumu olmadığını, aynı zamanda bir varoluş biçimi olduğunu anlamasıydı. Bu boyutta, insanlar arasındaki yapay sınırlar yok oluyor ve herkes birbirine enerji ile bağlanıyordu.

Elif, beşinci boyutun bilgilerini üçüncü boyuta taşıyarak, insanlığın evrenle uyum içinde yaşamasını sağlayacak bir teknoloji geliştirdi. Bu teknoloji, insanların kendi gerçekliklerini yaratmalarına ve düşünceleriyle evreni şekillendirmelerine olanak tanıyordu.

Dr. Elif Lamra’nın keşifleri, tüm insanlık için yeni bir çağın başlangıcı oldu. Onun sayesinde, insanlar artık sadece fiziksel varlıklar değil, aynı zamanda evrenin bilinçli yaratıcılarıydı.

ESKİ DOST

Ürkek adımlarla yürüyordum. Düşüncelerim sanki beni yavaşlatıyordu. Arkadan bir el omzuma dokundu. Önce korktum. Kalp atış hızım bir an için arttı. Sonra merakla arkama baktım. Omzuma dokunan eski bir arkadaşımdı. Onun görünce çok şaşırdım ama aynı zamanda çok sevindim. Bir şey demeden ona kocaman sarıldım. “Ah! Canım arkadaşım! Sen nereden çıktın böyle?” Dedim şaşkınlıkla. O da bana güldü. “Deli kız! Hiç değişmemişsin.” Diye cevap verdi. Beraber yakınlarda olan bir çay bahçesine gittik. Havanın yağmurlu olması insanları kapalı alanlara itiyordu. Bu sebeple zar zor boş bir masa bulduk. Hemen oraya oturup birer çay sipariş ettik. Arkadaşım Nazlı sordu, “Görüşmeyeli neler yapıyorsun?” Boşluğa bakar gibi baktım. Bunca yıl boyunca neler yaptığımı düşündüm. Hiç kolay şeyler yaşamamıştım. Gözlerim, bu hatıralara dayanamayıp hemen doldular. Ben bunu aldırmayıp çok sevdiğim arkadaşıma gülümsedim. “Hayatta kalmaya çabalıyorum. Hem çalışıp hem okuyorum. Sen neler yapıyorsun?” Diye cevap verdim. O, benim kadar derinlere dalmadı. “Eda,” dedi, “yaşadıklarımız hepimizi farklı yerlere itti. Ben de evlendim. Şimdi kocamla mutlu bir hayatım var.” Nazlı’nın evlenmiş olması beni çok şaşırtmıştı. Lisede beraber okurken hep kariyer yapmayı hayal ederdi. Acaba ne olmuştu da bu hayallerden vazgeçmişti. Ben bunları düşünürken garson çaylarımızı getirdi. Çayımdan bir yudum alıp şöyle sordum, “Nazlı, biz lisede okurken sen hep kariyer yapmayı hayal ederdin? Ne oldu da hayallerinden vazgeçip evlendin?” Bu sefer arkadaşım boşlukta kayboldu. Şöyle cevap verdi:

-Dedim ya yaşadıklarımız hepimizi farklı yerlere itti.

-Ne yaşadığını merak ediyorum. Anlatır mısın?

-Liseden mezun olmuştum. Üniversite sınavına birkaç gün kalmıştı. Çok heyecanlıydım. Sınav için çok çalışmıştım. İstediğim üniversiteyi kazanacağıma inanıyordum ama o gün talihsiz bir olay yaşadım ve babamı trafik kazasında kaybettim. Babamın ölümü beni çok etkiledi ve bir anda tüm hayallerim, isteklerim değişti. O sene babamın üzüntüsünden dolayı sınava girmemiştim. Ertesi yıl da üniversite okumak istemediğim için girmedim. Erken yaşta iş hayatına atıldım. Çalıştığım yerde de birine aşık olup onunla evlendim.

 

Nazlı, konuşmasını bitirene kadar yutkunamadım. Çok üzücü anılar yaşamıştı. “Babanın ölümüne üzüldüm. Allah rahmet eylesin. Peki şimdi hayatından memnun musun?” Diye sordum. Ellerimi tuttu. “Elbette memnunum ama başka türlü de olsun isterdim.” Diye cevap verdi. Hangimiz başka türlü olmasını istemezdik ki diye düşündüm. O günden sonra Nazlı’yı hiç bırakmadım. Yaşadığı her iyi olayda, kötü olayda yanında oldum. Birlikte çok güzel bir arkadaşlığımız oldu.

Kurtuluş İslamda

Her insan hayata belli bir amaç doğrultusunda gelmiştir. Bu amaç her insanda aynıdır. Rabbimiz bizi dünyaya onun nimetlerine şükür edelim ona kulluk edelim ve İslamiyet’i hakkıyla yaşayalım ve yaşatalım diye göndermiştir. Fakat günümüzde bu amaç doğrultusunda yaşayan insanlar maalesef parmakla sayılabilecek kıvama gelmiştir. Günümüzdeki insanlar daha çok mal, mülk para sahibi olmak için çalışmış asıl amacı unutup Allah’ı unutmuştur. Çok az Allah’a şükür eden ve onun rızasını kazanmak için yaşayan insanlar vardır. Bunlardan biride benim bildiğim kadarıyla benim ailemdir. Ben Miray Aksu 23 yaşındayım. Evliyim. Bir tane kızım var. Çocukluğumdan beri hayalim olan mesleği okudum ve icra ediyorum. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum meslek Avukatlık. Avukatlık ne kadar kutsal meslek olsa da savunduğunuz davalar ve tabi insanlar gerçekten doğru insansa ve doğru davaysa savunmanız gereken bir meslektir. Savunmayı istemediğiniz dava sahiplerinin bazıları size düşman bile olabilir. Ailem bana hep bu konuda dürüst olmamı ve bana doğru gelmeyen davayı hiçbir şekilde kabul etmememi dile getirirlerdi. Ailem dünyada sadece Allah’a kulluk eden onun için yaşayan bir kesim insandan biriydi. Babam cami imamı annem ise din kültürü öğretmeniydi. Tek kardeş olduğum için benim üzerime çocukluğumdan beri çok düşmüşlerdi. Her konuda doğruyu yanlışı görebilmem için uyarmışlardı. Böyle olunca birazda olsa çocukluğumu yaşayamamıştım. Fakat bu ailemin sorunu değildi. İlkte öyle görmüş olsam da daha sonra Allah’ın beni sevdiğini anlamıştım. Lise zamanlarında İslamiyet’i fazla abartanlara dalga ile bakardım. Neden bu kadar abartılıyor? neden günlerinin yarısını ibadete harcıyor bazı insanlar? Diye düşünürdüm. Önüme gelen her erkekle takılır daha sonra gün bitiminde onu şutlardım. Böylesi bana daha iyi ve daha doğru geliyordu. Annem ve babam benim halimi hiç iç açıcı bulmaz ve her eve geldiğimde beni uyarırlardı. Fakat ben onları dinlemezdim. Söyledikleri bana çok saçma gelirdi. Lise sona kadar böyle devam etti. İçki, sigara her şey vardı bende; Ta ki o iğrenç olayı yaşayana kadar. Yine takıldığım bir çocukla günü bitirmiştim. Biraz da bir şeyler içmiştik. Durağın oraya geldiğimizde durağa geçmek için karşıdan karşıya geçecektik. Koşarak yola bakmadan yola atladım en son duyduğum şey ise sadece çalan korna ve çarpma sesiydi. Kaza geçirmiştim. Gözlerimi hastanede açmıştım. Karşımda annem ve babam vardı. Annem ağlıyor babam ise başımda Kur’an’ı kerim okuyordu. Annem uyandığımı görünce hemen doktora seslenmişti. Doktor koşarak odaya girmişti. Kısa bir muayene ettikten sonra hayatımı değiştiren ve hayatımın en zor dönemi olan zamanın başlayacağı olayı söylemişti. Belden aşağı felç kalmıştım. Ellerim tutuyor fakat ayaklarımı hissetmiyordum. Doktor çarpma etkisi ile dokunun zedelendiğini iyileşene kadar da yürüyemeyeceğimi söylemişti. O an hayatım bitti zannettim. Üniversite hayalim, hep bitmişti. Tamam tekerlekli sandalye ile girilirdi ama ben bu psikoloji ile ne yapacaktım. Taburcu olup eve gelmiştim. Kimse ile konuşmuyordum. İçime kapanmıştım. O sağlamken yanımda olan arkadaşlarım ise beni ne arıyor ne de ziyaretime geliyorlardı. Bir kaç gün kimseyle konuşmadan muhatap olmadan odamda oturdum. Bir gün annem yanıma geldi. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Elimi tutu.

“ Bak kızım, biliyorum çok zor zamanlardan geçiyorsun sadece sen değil biz de öyle, fakat rabbim kolaylık verir. Bu şekilde olduysa günahlarının kefaretini ödüyor da olabilirsin. Gel inat etme güzel kızım. Allah Tövbe edenleri sever. O hiçbir kuluna sırtını dönmez. Tövbe et dön yüzünü İslam’a; Kurtuluş İslam’da kızım bunu gör artık. “

Sinirlenmiştim. Beni bu hale sokanda Allah değil miydi. Kulunu bu hale sokan bir yaratıcı nasıl kulunu severdi.

“ Anne yeter artık! Madem Allah kullarını seviyor, neden bana bunu yapıyor o zaman? Neden bu haldeyim ben?”

“ Bak kızım! Allah her kulunu belli imtihandan geçirir. Önemli olan şükür etmektir. Sen bu halde oldun diye sanma ki Rabbimiz seni sevmez, aksine sevdiği için sana musibet verir. Ona yönelmeni onu hatırlamanı ister. Herkes bu dünya da geçicidir Kızım. Ben de bir gün öleceğim baban da ve sen de ama biz isteriz ki sen de kurtuluşa eresin! Hakkıyla elinden geldiğince İslamiyet’i iyi yaşayasın, Allah merhamet sahibidir. Sen ona bir adım attın mı o sana kapılarını açar merak etme güzel kızım. Allah musibet vermişse elbette o musibette bir hayır vardır. Doğru yolu bulacağına ben de baban da inanıyoruz. Bir kere namaz kılsan ya da Kur’an okusan o zaman içine doğan ferahlık seni iyi edecek”

Daha fazla annemi dinlemek istememiştim. Odamdan tabiri caizse onu kovmuştum. Zorla Kur’an öğrettiler yetmiyor bir de okutmaya çalışıyorlar. Diye aklımdan geçiriyordum. Düşünmeyip uyumak istedim.

Uyandığımda karanlık bir yerdeydim. Önümde iki tane kapı vardı. Kapılar açıldı. Bir kapıda ateşler içinde yanan insanlar. Taş üzerinde namaz kılanlar vardı. Biraz yaklaştım. Korkunç bir ses bana seslendi. Karşımda korkunç bir şey belirdi.

“ Senin yerin burası ya fani! Benim dediklerimi Dünya da yaptın, Allah rızasından çok bana inandın. Sen dünya da istediğim gibi nefsine uydun gir şimdi cehenneme! Yerin hazır bekletme”

Korkudan dilim tutulmuştu. Karşımdaki şey kaybolmuş o kapı kapanmıştı. Yanındaki kapı açıldı. Burası ise yemyeşil bir yerdi. Huzurlu bir yerdi. Yine bir ses adımı seslendi. Bu ses huzurdu. Karşımda yüzü nurlu bir kişi belirdi. Görebildiğim kadarı ile ağlıyordu. O ses

“ Peygamberimiz Hz. Muhammed senin bu haline ağlıyor Ya Miray! Benim ümmetim bu halde nasıl olur diyor. Rabbini dünya da unuttun. Amacını unuttun. Allah’a inanmadın cezanı çekiyorsun ama hala günahından dönmüyorsun ebedi bir ceza mı istersin. Ya Miray aklını başına al bu rüya sana bir işarettir. Akıllan tövbe et Allah’a yönel”

Kan ter içinde uyandım. Gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Ellerim titriyordu. Anneme seslenmiştim. Annem ve babam içeri girdi. Anneme sarıldım ağladım. Rüyayı anneme anlattım. Annemin de babamın da gözlerinden yaşlar süzülmüştü.

Annem “ O gördüğün ateşli oda cehennemi temsil ediyor Kızım. O gördüğün ise iblistir. O gördüğün nur yüzlü biri ise tahminimce Efendimiz Hz Muhammed sav dir. Rabbim senin düzelmeni istiyor kızım. Seni iyi bir kul olmaya davet ediyor. Kalk sabah namazı ile bu daveti kabul et namazdan sonra tövbe et; kurtuluş İslam da kızım. Bu dünya boş”

O an görmeyen hiçbir kimsenin inanmayacağı bir şey olmuştu. Ayaklarım hareket etti. Anneme baktım. Bu mucizeydi. Gözyaşları eşliğinde abdest alıp sabah namazını kıldım. Ağlaya ağlaya iki saat tövbe ettim. Sonra ise hayatımı değiştirdim. Baştan başladım. Okudum. Benim gibi biri ile evlendim. Kurtuluş İslam da bunu gördüm. Dünya boş dünya fani, geçici asıl baki Allah ve İslam’dır bunu bilmeli. Herkesin İslamiyet’i örnek alarak yaşaması dileğiyle umarım hayatınıza ışık olur bu hikaye umarım yaşar herkes imanın esasları ile.

 

GEÇMEYEN GEÇMİŞ

Telefon acı acı çaldı.

Sanki gece saatlerinde çalınca acılaşıyordu bu alet.

Bir de içim sıkıldığında…

Annem her zamanki gibi paniklemiş eli ayağı boşalmıştı.

Yıllar önce aldığı acı haberin yaşattıklarını bir türlü zihninden atamıyordu.

Telefonla almamıştı aslında haberi ama o, haber alınabilecek her türlü iletişimden irkiliyordu artık.

Ya yine…

Annem açamayınca, beni aradı telefonun ucundaki kişi.

Sabaha karşı saat dört sularıydı.

“Kapıyı açın ben geldim” dedi.

O sırada babam annemi sakinleştirmeye çalışıyor, bense uyku mahmurluğuyla kapıya doğru ilerlerken içimdeki kekremsi tat yerini tatlı heyecana bırakıyordu.

Erkek kardeşimdi gelen. İstanbul’dan gece yola çıkmış, Ankara’ya anca sabaha karşı varabilmişti. Sürpriz yapmak istemiş, kimseye haber vermemisti.

Sarıldık. Hasret giderdik.

Annem bir köşeye yığılmış, kendine gelmeye çalışırken saniyeler içinde yıllar öncesine gitti zihnim.

Erkek kardeşim…

Üç yaşındaydı.

Bahçemizdeki küçük sulama havuzunda biriken suya düşmüş ve onu ilk gördüğümde çok zaman geçmişti.

Anneme haber verişim,

Ya da kekelemekten veremeyişim,

Ne dediğimi tam anlamasa da içine sızı düşüp bahçeye koşan annem,

Çığlıklar,

Kalabalık,

Annemin yere yığılması…

Polisler, komşular,

Ambulansın acı sesi…

Belki de o gün çalan ambulans sirenine benziyor zamansız çalan bu telefon.

Kardeşim annemi sakinleştirmeye, gönlünü almaya çalışıyor:

“Hazırlanın da öğlen abimi ziyaret edelim” diyor.

Hazırlanıyoruz.

Çıkarken annem sesleniyor:

“Kızım yasin cüzümü ve bir şişe su almayı unutma…”

Annem Gelmiş…

Sabah mis gibi demini almış çay kokusuyla uyandım. Her zaman nazlanarak kalktığım yatağımdan, kokuyu takip etmek için bir çırpıda kalktım.Balkona götürdü beni. Bir de baktım ki; Balkon pırıl pırıl temizlenmiş,Masanın üzerine neşeli bir örtü serilmiş. Üzerinde, ince ince kesilmiş beyaz peynir tabağı. Ben asla böyle kesemem. Bu kadar düzgün ancak o kesebilir..Siyah zeytin, yeşil zeytin ve en sevdiğim çekirdeksiz yeşil ızgara zeytin..Güzellikte hepsi birbiriyle yarışıyor..Bir tabakta domates ve salatalık..O kadar tazeler ki; etrafa saçtıkları mis gibi koku ‘haydi sofraya buyur’ diyor..Onları böyle ancak bir kişi konuşturabilir…Hele o çeşit çeşit reçeller! En sevdiğim çilek, vişne, portakal, şeftali, ve sevmesemde belki bu sefer yerim düşüncesinden hiç vazgeçilmeyen gül reçeli…Buraya kadar direndim ama börek tabağı tüm direncimi kırdı! Dumanı üstünde öyle bir tütüyor ki, anlatsam inanmazsınız.. Hep yaptığım gibi, bir parça ağzıma attım. Artık kendini göstersin diye..Tam son lokmamı yutmamla, koluma inen, o en güzel minik şaplak… Nasılda özlemişim…Annem gelmiş…

×