Hayat Nedir, Yaşamak Neye Denir

Hayat Nedir? Yaşamak Neye Denir?

Hayat; evrenin, galaksilerin, gezegenlerin, dünyanın, dünya üzerindeki canlı, cansız (mutlaka enerjiye sahip olduğunu bildiğimiz maddelerin) bütün varlıkların, bütün oluşumların sonsuzluk içerisinde belirli bir düzende ve seyirde var olma süresidir.

“Yaşam, canlı ve etkin bir varlığı ölü bir varlıktan ayıran niteliktir.” Bu yüzden yaşamak, varlıkların hayata kattığı anlama, hayatta var olmak için gösterdiği çabaya, isteğe ve harcadığı enerjiye denir.

Felice Leonardo Buscaglia, şöyle demiş “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek” isimli kitabında; “Yaşamak, yaşama etkin biçimde katılmak demektir. Yaşam ellerinizi kirletmek demektir. Yaşam her şeyin tam ortasına dalmak demektir. Yaşam yüzükoyun yere düşmek demektir. Yaşam kendinizi aşmanız yıldızlara ulaşmanız demektir.”

Buscaglia, bu tanımıyla yaşamı iyisiyle kötüsüyle kabul edin diyor bizlere..

Her adımında kazanma umudu olan insanoğlunun, bir gün var olanları teker teker kaybedebileceğinin bilincine vardığı bir güzergâhtır yaşamak. İyilik, kötülük, doğruluk, güzellik, çirkinlik, varlık, yokluk, cesaret, korku, pişmanlık, acı, heyecan, inanç, umut, mutluluk bütün bunları duymak, farkında olmaktır yaşamak. Bir durumu, bir duyguyu yaşamak, bir eylemde bulunmak bize hayatta olduğumuzu hissettirir. Ve eyleme geçebilmek için umuda, inanca ihtiyaç vardır. Bizler ne kadar karamsar olursak olalım umut olmadan yaşayamayız. İnsanın en büyük karamsarlığının devasa karanlığında bile kuzey yıldızı gibi parlamaya hazır, ona yön gösterecek küçük bir kıvılcımdır umut.

Umut ışığı güneş gibi parlayanların dayanağı da nihayetinde kötülük cezalandırılacak, iyilik mükafatlandırılacak inancıdır. Bu umuda tutunan insanlar zorlukları daha kolay aşarlar, hayatı daha kolay yaşarlar. Her ne kadar tanış olduğumuz, arkadaşlık, dostluk veya gönül ilişkileri kurduğumuz bazı insanlardan cennetimiz sandıklarımız cehennemin dibi olsalar da orada burada değil şeytanın içimizde olduğu düşüncesine iten durumlar yaşasak da bir zaman sonra inanmak ile umut yüreğimize hızla ve yeniden yüklenir.. Yaşamak hissetmekle, harekete geçmekle yeniden başlar. Sadece toplumun, devletin, aile büyüklerinin, arkadaş, akraba vs. çevrenin beklentilerini, bizden istediklerini karşılamak, koyulan kurallara, yasaklara uymak, verilen ödevleri yapmak, görev adamı olmak hayata değer veriyoruz anlamına gelmez. Hayatı yaşıyoruz anlamına gelmez.

Yemek, içmek, üremek ve gelişmek gibi şeylerin yanında nefesimizin farkında olmak, düşüncelerimizi, kalp atışlarımızı duymak, bir çiçeğin kokusuyla mest olmak, çıplak ayakla bastığımız toprağın, yağmur damlacıklarının tenimize dokunuşunu hissetmek, vicdanımızı dinlemek, hayal kurmak, plan yapmak yaşamaktır. Bütün bunlar yaşam denen enerjiden kaynaklanır ve hayatta olduğumuzu, hayata değer kattığımızı gösterir.

Ağlamanın ruhu arındıran, kalbi ferahlatan, sinirleri yatıştıran yönüne; gülümsemenin hatta içimizden coşkuyla koparak gelen kahkahaların güzelleştiren iyileştiren bulaşıcı gücüne sıkı sıkı sarılarak hayatı yaşamak gerekir.

Yaşamak, hayata verdiğimiz değerdir ve onun için harcanan efordur. Ama ne yazık ki bize verilen isimlerle ve rollerle biricik olan hayatımızın içerisinde çoğu zaman amaçsız, hiçbir şey üretmeden ya da üretirken fark etmeden var oluyoruz.

Üreten insanların çoğu kolaycı, üretemeyen insanların çoğunluğu da alaycı.. Gelişen teknoloji fayda sağladığı kadar zarar da veriyor, toplumlar ahlak erozyonunu en şiddetli biçimde yaşıyor, sevgi, saygı hiç ediliyor. Müziğe, resime, edebiyata, sanata dair bütün ürünlerde değer anlayışındaki kuşaklar arası farklılıklar öylesine büyük ki göze batan derin uçurumlar meydana geliyor ve bu sebeple kuşaklar arasındaki çatışmalar kaçınılmaz oluyor. En önemlisi de yarattığımız uçurumlar, mesafeler yargıladıklarımız oluyor.

Hiç kuşkusuz hayatı boyunca yaşam enerjisini daha çok başkalarının hayatlarıyla meşgul olarak tüketenler, başkalarına fedakarlıkta sınır tanımayanlar, kendi hayatlarını başkalarının mutluluğuna adayanlar mutlaka; kendi acılarını duymamak için kendinden kaçanlardır, başkalarının acılarıyla oyalananlardır. Fedakârlığın bir başka türlüsünü de zamanını başkalarının hayatlarını takip ederek, izleyerek, onları konuşarak, eleştirerek ya da özenerek onların hayatlarıyla meşgul olarak yaşayanlar yapıyor. Günümüzde bunların bir kısmını sosyal medya zorbaları, bir kısmını ise kendinin ve ailesinin ihtiyaçlarını unutmuş olan, faydalı hiçbir zanaat, hiçbir sanat icra etmeyen sosyal medya fenomenlerinin her türlü maddi ve manevi sömürüsüne maruz kalanları oluşturuyor.

Herkes birbirinin ahlâk bekçisi olmuş ama hiç kimsenin kendinden haberi yok.  En çokta ahlâk sahibi olmak için bir dine mensup olunması gerektiği gibi bir yanlış inanca sahip insanları ve tutumlarını yadırgıyorum. Bu düşünce bana çok uzak. Bence bir insan için ahlâklı veya ahlâksız ifadeleri kullanıldığında o kişinin dinsiz veya dindar olduğu ile ilgili bir bilgiyi değil, sadece doğruluk, dürüstlük, vicdan, yalan, iftira, saygısızlık gibi değerlerle ilgili ifadelerin anlamını idrak etmek yeterlidir. Bu değer yargılarını önemseyen herkes gibi ben de kendi kusurlarını, ayıplarını bir çuvala basıp, başkasının ayıplarını duvara asan mahalle baskısı veya el alem denen figürün yerine geçen sosyal medya zorbalarının çağımızın en büyük ahlaksızlığını işlemekte olduğunu düşünmekteyim.

Zararlı ve kötü emelli sosyal medya hesaplarını şikâyet edip insanları uyarmaktan bahsetmiyorum. Koca dünya ve onun bin bir türlü sosyal medya platformlarında insanların maneviyatlarına, inançlarına veya inançsızlıklarına, giyim tarzına, mesleğine, icra ettiği sanata saldırmakla nereye varabiliriz. Oysa insan ömrü kendi kusurlarını, ayıplarını düzeltmeye bile yetmez. Herkes kendi eksikleriyle meşgul olsaydı dünyada düzen ne güzel olurdu değil mi?

İnsanlar yaralarınızla neden ilgileniyor? Yanınızda olmak istemeleri size kendinizi iyi hissettirmek mi yoksa sadece size akıl vererek, öğüt vererek kendinizi güçsüz ve zayıf hissetmenizi, kötü hissetmenizi sağlamak mı? Ya da istedikleri sadece kendi eksiklerini, kusurlarını, zayıflıklarını, korkularını, üzüntülerini, acılarını unutmak mı?

Kendi dışında herkesin yaşantısına hakem olmaya meraklı insanlar, iş kendi hayatlarına geldiğinde oyunun kurallarını değiştiriyor, “o zaman öyleydi şimdi böyle” diyorlar.

Hazır menfaatten söz açılmışken menfaati kadar insan olabilenlere de biraz değinmek istiyorum. Muhtemelen sevgi yumağı, hayvan dostlarımız kedilere “Nankör Kedi” yakıştırmasını da nankör bir insan yapmıştır. Dünya nankör kedilerle değil, nankör insanlarla doludur. Bir insana hiç kimseden hatta ailesinden bile görmediği sevgiyi, saygıyı, ilgiyi gösterseniz sizden hızla uzaklaşır.

Hayat öyle acımasızdır ki içinizdeki ufacık beklentilerin yerine büyük hayal kırıklıkları bırakan bencil insanlar tanıtır size.. Bunlardan birine güzel bir şiir iletseniz veya birlikte bir film izlemek isteseniz, birlikte bir kitap bitirmek isteseniz daha sonra derler. Gün gelir artık gördüğünüz kabalıklar ve umursamazlıklar yüzünden kendinizden özür dilersiniz. Bir gün bir kanalda Cemal Süreya’dan bir şiir seslendirmesi dinliyordum oraya birisi şöyle bir yorum yazmıştı;

“Kendimden özür diliyorum, bu güzel şiiri daha sonra dinlerim diyen birisine ilettiğim için..”

“Affetmeli miyim kendimi, ‘Günaydın’ mesajıma ‘İşim var meşgulüm’ diye yanıtlayan bir insanı hayatıma aldığım için..” demişti bir diğeri.

İçinizdeki bütün hevesleri ve isteği tüketmiş olmalarına rağmen, küçük beklentilerinizi büyük hayal kırıklıklarına uğratan insanları affedebilir misiniz? Belki.. Ama yaşam alanınız kimsenin kendi hayatına sadece renk katmak için girdiği bir yer olmamalıydı, kimsenin adrenalin pompalamak istediği için uğradığı bir lunapark olmamalıydı değil mi?

İnsan hayatı bu kadar hoyratça tüketmemeli! Arada bir gerçekten nefes alıp, oturup düşünmeliyiz, yaşamak ne demek kendimize sormalıyız:

Anlatılanla yaşanılan bir mi? Sözlere mi inanmalı, yaşatılanlara mı bakmalı?

Yaşanılanla hissedilen bir mi?

Her ayrılık üzer mi?

Her kavuşma güzel mi?

Her özleme bir vuslat şart mı?

Kalabalıklar içinde mi yoksa herkesten uzakta mı yalnızız?

Yağmuru mu seyretmek daha güzel, yoksa dolunayı mı?

Her sabah güneşe gülümseyince her gün mutlu olunur mu?

Ne bekliyoruz yarından?

Ne istediğimizi biliyor muyuz?

‘Eyvah’ larımıza ne kadar uzak, hayallerimize ne kadar yakınız?

Hastalıkta ve sağlıkta, her şeye rağmen hayat yaşamaya değer mi?

 

 

 

 

 

HER ŞEYİM

Ruhumda bir sızı var yine, bütün parçaları tam da tek parçası eksik bir yapboz gibi yaşıyorum hayatı.

Şu kalemi elime ne zaman alsam hipnoz edilmiş biri gibi çocukluğumdan bahsediyorum.

Eksik işte bir şeyler; denizin tuzu gibi, yosunu gibi eksik. Sonra o kalem seni Yazıyor, kelâmda sen olunca, kalem ne yapsın ama bazen çok ileriye gidiyor, seni bana şikayet etmeye kalkıyor. Kızıyorum ona, “Senin ne haddine ona veryansın etmek?” Diyorum, dinlemiyor beni, serzenişlerine devam ediyor. Kim bilir belki haklıdır davasında, yüreğimde ki, ruhumda ki sızıyı kılıç keskinliği ile yazıya dökerek, canını yakmak, kanatmak istiyor senin ruhunu, oysa senin canını yaksa, ben kanarım bunu bilmiyor.

  • Benim ruhumun sızısı sen değilsin ki sadece seni, sensiz yaşamak ağır geliyor bazen. Çok özlüyorum. Öperken koklayarak öptüysen, özleyince burnunun direği sızlarmış ya ben severken çok sevdim, onun için özlerken kalbim sızlıyor.

Keşke yanımda olsan, belki parçası eksik yapboz tamamlanacak. Çocukluğum bile ilk defa çocuk olacak. Göz bebeklerim anlamına kavuşacak, ruhum dinecek, hırçınlığım bitecek… Oysa her gece baş ucumda nefesin var, şahittir bir tek ruhuma eş olan ruhun, kalemim bilmiyor ki bunları. O istiyor ki gece şahitlik etsin, ay ve yıldızlar şahitlik etsin varlığına. Eller dokunsun birbirine, gözler buluşsun. Her gece ruhlarımız dokunuyor birbirine, bu doyumu ifade edebileceğim kelimem bile yok. Ay ve yıldızlara gerek de yok, ay yüzün, yıldızlar da gözlerin zaten.

Hem yanında olanı sevmek marifet mi? Sessiz sedasız, çığlıklarımı içime atarak, sevdim ben seni, bir tek ikimizin duyacağı çığlıklar…

Kolay mı be böyle sevmek? Yakar canını! Zehirim de panzehirim de sensin.

Ben razıyım, ben yeminliyim senden başkasına kör, senden başkasına sağır senden başkasına bir şehir enkaz; eziyet, külfetim.

Ah şu kalemim bilmiyor ki onu kırar atarım, yine de senden vazgeçmem her şeyim!

Seda Özlem Başpınar

 

BÜYÜKLERE MASAL

Kısır döngü hayatıma ip ve kumaştan salıncak kurmuş, gelişine sağa sola sallanıyorum; ha düştüm ha düşeceğim… Mayhoş bir duygu var içimde ip kopsa ve ben düşsem, etrafımda eline megafon almış insanlar bir yandan bağırsa “O ip seni taşır mı? Kaç yaşındasın hâlâ büyümedin…” Bir yandan gözümün önünde ki demirler, demirlere bağlanmış ip ve çocukluğum sallanıyor.. sallanıyor.. sallanıyor ve düşüyor. Etrafı kanadı kırık kelebekler sarıyor, çocukluğum kahkaha atıyor ve orda büyüyor; bir daha hiç çocuk olmuyor. Şimdi salıncağa bir kez daha binmişim, düşmüşüm, benim canım acımaz ki büyüdüm ben…

Evimi özledim ben, çocukluğumu değil ama salıncağımı özledim… Bir de konuyla alakası yok ama onu özledim… Ne yapıyor mesela şu anda? Atlıkarıncasına atlayıp beni kurtarmaya gelir mi, bana sağlam ip getirir mi ki? Salıncağımızı kuralım, dertlerimizi de alıp sağa sola sallanalım… O anlatsın ben dinleyeyim… Uykumuz gelene kadar sallanalım, uyuyalım rüyalara dalalım; mecaz olan herşeyi, bir gemiye yükleyip, sefere gönderelim ama geri dönmesinler hiç bir zaman, bütün limanları yakalım, hatta rüyama da salıncak kuralım yanan limanların yanışını izleyelim, sağa sola savrulan bu kez onlar olsun…

Rüyamda sevgi gerçek olsun; korkuluk kostümü sadece bedene giydirilmiş olsun, ruh arınsın, o kostüme rağmen birbirimizi çok sevelim, çünkü biz görünmeyenlerin ardındakini gören iki.. iki kişiyiz, sahi biz neyiz?

Arkadaş, sevgili, bir tanıdık; her neyse ne, her şekilde bineriz, atlarız atlıkarıncalarımıza dört nala, özgürlüğe doğru yol alırız…

Biz salıncağımızda soluklanalım en iyisi, atlıkarıncayı hiç işin içine sokmayalım. Çünkü; ne o benim prensim, ne de atlıkarınca beyaz. Zaten atlıkarıncadan “BEYAZ ATLI PRENS Mİ OLUR?”

Büyüklere masal da ancak bu kadar olur.🙃

 

Seda Özlem Başpınar

 

 

HAKLIYIM

Kendime bi’ mezar kazarken buldum
Mezarın içinde ben, benim de içimde sen
Düşünmekten, ağlamaktan yoruldum
Kalbimin içinde sen, kalbinin dışında ben
… Bu hikâyede yanan ben oldum..

Bu hikâye bizim hikâyemiz. Biz kadınların ortak kaderi ve değişmesi gereken hikâyesi;

Esirgemedim sevgimi, ilgimi, şefkatimi kimseden. Kırılgan, incecik bir dal idim ama özenle besledim, büyüttüm, soldurmadım o narin çiçeklerin yapraklarını. Budak budak oldum da kendim budadım gölgesini kederlerimin.. Güneş bana doğmasa da ben ona uzandım. Bulutlu günlerde bile yağmursuz kaldım. Yine de kendi kendime yetiştim, erkenden olgunlaştım. Eğilip bükülmedim. Kırılmadım, kurumadım, çürümedim, her şeye rağmen hep ayakta kaldım.

Üzerime vazifeydi de ondan yettim kimsenin yetişemediklerine ve de yetiştiremediklerine…

Kendi isteklerim için hep eksik ve zayıftım bu yüzden yapamazdım. Ama nedense başka her şeye dayanıklıydım, herkese koşardım. Dedim ya vazifemdi yapardım.

Zaman zaman,

“Yoruldum” dedim, “haklısın” dediler.
“Dinlenmeye ihtiyacım var, yardıma ihtiyacım var, umursanmaya ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

“Duyun beni artık! Benimde sevgiye, ilgiye, şefkate ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

“Sırtımdaki yüklerden, kalbimdeki ağırlıklardan kurtulmak istiyorum” dedim, “haklısın” dediler.

“Yorgunum, mutsuzum” dedim, “haklısın” dediler.
“Birazcık eğlenmeye, dinlenmeye, kendimi dinlemeye ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

“Kendi tercihlerimi yapmak, kendi hatalarımın sonuçlarını yaşamak istiyorum” dedim, “haklısın” dediler.

“Hayallerim vardı hep ertelediğim, hep vazgeçtiğim. Yeniden onlara ihtiyacım var” dedim, “haklısın” dediler.

Hep hak verdiler ama hiçbir zaman hakkım olanı vermediler.
“Haklısın” demek; “ama olmaz, ama hayır, ama ne gerek var, ama boş ver, ama vazgeç, ama gitme kal, ama hep böyle kal” demekti.

Ben nelerden vazgeçtim, ben nelere katlandım, ben ne çok eksildim, ne çok yara aldım da hiç kimse farkında olmadı.
Ne dallar gövdesinden kırıldı, koparıldı. Ne canlar yitti de yapılması gerekeni, olması gerekeni ancak anladım.
Haklı olduğumu biliyordum, hakkım ne biliyordum, bu hiç değişmedi. Ben sadece bana öğretilen yanlışları kendi doğrularımla değiştiriyorum.

Ben artık kimsenin hakkım olanı bana vermesini beklemiyorum, kendi kendime hakkımı veriyorum.

Çünkü ben “GÜÇLÜYÜM”

Çünkü ben “DAYANIKLIYIM”

Çünkü ben “YETENEKLİYİM”

Çünkü ben “DEĞERLİYİM”

Çünkü ben “BAŞARABİLİRİM”

Çünkü ben “AZİMLİYİM”

Çünkü ben “SEVGİ DOLUYUM”

Çünkü ben “ŞEFKATİN TA KENDİSİYİM”

Çünkü ben “FAZLAYIM”

Çünkü ben “EMEKÇİYİM”

Çünkü ben “KADINIM”

Çünkü ben “HAKLIYIM”

Anlık, 19 Şubat Pazartesi 00:33

Bazen yaşadığımız acı olaylar ruhumuzu derinden etkiliyor ama biz bunun farkına hemen varamıyoruz.

Güçlü olduğumuzdan yıkıcı bir etkisi olmuyor zararsız, sıkıntısız bir şekilde atlatıyoruz sanıyoruz… Elbette zor günlerin üstesinden geliyoruz, hepsi bir şekilde gelip geçiyor, bazı üzüntüler hafifliyor, bazısı tamamen bitiyor. Ama bir süre ruhumuzdaki tahribatından, bedenimize verdiği zarardan hiç haberimiz olmuyor.

 

Benim de belli ki yaşadığım şoktan bir süredir donmuş gibiydi göz yaşlarım. İçime dahi ağlayamıyordum. Hissiz, duygusuz bir insan gibi tepkisizdim her şeye.. Çok güçlü, demir gibi sağlam duruyordum. Arada bir kendimi yokluyordum; İyi miyim? Evet, iyiydim. Hiçbir sorun yoktu…

 

Peki daha iyi günlere, her şeyin düzeleceğine umudumu kaybetmiş değilken nasıl oldu da bir anda her şey tersine döndü? Neden birkaç gündür gerekli gereksiz her şeye ve her yerde ağlıyorum. “Bunun neyine bu kadar ağlıyorsun” ya da “Bu ağlanacak bir şey değil ki” diyecekler diye göz yaşlarımı saklıyorum.

Meğer ruhum can çekişiyorken ben onun nefesini kesmişim, çığlıklarını susturmuşum, içimdeki fırtınaya sağır olmuşum, gözyaşlarımın önüne set koymuşum, duygularımı dondurmuşum.

Şimdi bana birden bu kadar büyük bir çözülme çok zor geliyor.

Ve neticede anlıyorum ki her acı yüreği yakmıyor bazısı da donduruyor.

KATİL ve KURBANI

Hani bir söz vardır ya; “Her katil merak eder, vurduğu insanın ölüp ölmediğini, onun içindir suç mahalline geri dönmesi…”

Önce öldürdün, sonra geldin ve geldiğin cehennemine geri gittin ama başaramadın, ölmedim! Sana duyduğum öfke; bana kan verdi, can oldu… Eskisinden daha diri, daha güçlü ve daha eminim her şeyden… Mesela gelmeni, bana geri dönmeni istemiyorum artık. Sevmiyorum seni!

Benden esirgediğin leş sevgini, kalleş bedenlerde, kendin gibi leş kargalarıyla yaşa. Sevmediğin kadar sevilme ve dilerim Allah’ımdan hiç bir zaman mutlu olma. Temiz yüreğimden uzak dur, cennetime bir daha gelme, git. Kendi cehenneminde krallığını kur ama ayağına taş değse benden bil!

 

Seda Özlem Başpınar

ZAHMET ETME

Sevilir, sevinilir, emek verilir, her zaman aynı duygu yoğunluğunda olunmasa da sevgi değerini bilenlerle uzun süre devam ettirilebilir.

Sevgi duyduğumuz insan özelimizdir, değerlimizdir. Sevgimizle, ilgimizle onun ruhunu besleriz. Tabiatımız gereği bizler de bu özel kişimizden aynı özenle sevgi ve ilgi görmek isteriz. Ne var ki çoğu ilişkide ilgi alâka başlangıçta karşılıklıyken çok kısa bir süre sonra ilişki; zaman ayıranın, emek verenin tek taraflı olduğu bir hâle evirilir.

Bu yüzden ilişkilerin bana en çok sorgulattığı, merak ettiğim konular şunlardır;

Neden başlangıçta var olan o güzel duygulardan hemen vazgeçiliyor?

Neden insanlar çok çabuk bir şekilde ilişkide olduğu insanın gösterdiği ilgiyi, verdiği sevgiyi hemen basitleştiriyor, önemsizleştiriyor?

Ve neden her daim özveride bulunan, zamanını, sevgisini, ilgisini esirgemeyen kişi bir süre sonra yaşadığı şeyin ilişki olmadığının farkına varıp pes ettiğinde; ilişkiye emek vermeyen, önemsemeyen kişi tarafından vazgeçtiği için suçlanıyor, bu şekilde neden manipüle edilmeye çalışılıyor?

Sorularıma kendi kendime bir takım yanıtlar bulsam da neticede yıllar sonra edindiğim, gözlemlediğim yaşantılardan;

“Her şey küçükken aşk başlarken güzeldir..” çıkarımında bulundum.

Herkesten artakalan zamanının onda birini özeline ayırabilen kişi, sadece kendini boşlukta hissettiği zaman kendi hayatı için motivasyon arayan kişi;

ilgin, sevgin ne kadar önemli olsa da senin sormadığın, alâkadar olmadığın bütün bu zamanlar boyunca türlü sıkıntılar atlattığından bihaber olduğun insan senin için değerli olamaz. Ona kendisini değerli hissettirmiş olamazsın. O yüreği susturana kadar büyük emek harcayıp da sakın ola ki hiçbir sözle ve vaatle zahmete girme!

Ayrıca önemseyen, sevgisi olan, değer veren kişi sevgiyi sadece sözle ifade edemeyeceğini de bilir. Bir insan seviyorsa ondan çabalamasını istemezsin. Seven insandan hiçbir şey istemeye, beklemeye gerek yoktur. Seven davranışlarıyla varlığını, sevgisini hissettirir, güven verir.

İlişki içerisinde olduğu kişiyi günler sonra hatırlamaz. Herkesi üzen, can yakıcı bir olay yaşandığında ilk aklına sevdiği kişi gelir, onun ne durumda olduğunu da merak eder. Mutlu olduğunda heyecanını, mutluluğunu ilk onunla paylaşır. Çünkü o değerlisidir, özelidir.

Bu yüzden eğer duygu seli ile başlayan ilişkiyi devam ettirecek kapasiten yoksa lütfen zahmet etme!

Hayatımın akışında bir kenarda, bir köşede dursun ihtiyaç duyduğumda yara bandı olsun deme! Hiç zahmet etme, boşu boşuna isyan etme!

Artık bahaneler de isyanlar da anlamsızdır.

Bitirmek zor geldiği için uzaklaşıp yakınlaşan, birazcık sevgi uğruna çokça yara alan o insan bir gün senden vazgeçtiğinde artık blöfler işe yaramaz.

Başta karşılıklı duygu varken çok kısa bir süre içinde ilişkide duygusallık ve romantizmden eser kalmamışsa anla ki ilişkinin olayı bitmiştir. Karşındakini suçlamanın manası yoktur. Manipüle edici davranışlar  o kişinin sana olan saygısını da bitirir. Çünkü o, senin olumsuz olarak sergilediğin her davranışının bilinçli olduğunun farkındaydı. Yine de ilişki için bir süre umut etti, emek verdi. O kişinin bir tek hatası olabilir o da içindeki iyimserliğidir. Senin varlığının da yokluğunun da ilişkide hiçbir anlamı kalmamışsa, hiçbir etkisi yoksa kendini kayıptan sayma!

Egolar, tatminsizlikler, yaşça büyüse de olgunlaşamayan ruhlar, başka insan alternatifleri, aldatıcı, renkli hayatlar.. Ve bize bahşedilen şu kısa hayatta,  türlü koşullar içerisinde gerçek sevgiyi bulmak çok zorken aksine kaybetmesi çok kolaydır. Bunu unutmamalıyız!

Gerçek sevgi hazinedir. Kaybettiğinde kimseyi suçlamaması için insan böyle bir hazineye denk gelirse sevgi arsızı olmamalıdır.

“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti.”

Sevgiliye zaman ayırmalısın çünkü o senin gerçek meşguliyetinin de boş uğraşlarla geçirilen, harcanan vaktinin de her zaman farkındadır.

Zaman ayırmak ilişkinin selameti için önemlidir. Bunun yanında hediyeleşmek de önemlidir. İlişkideki insanlar asla karşılıklı olarak hediyeleşmeye “maddi yönden sömürülüyorum” manası yüklememelidir. Ki seven, değer veren insanlar bunu yapmaz.

Hediyeleşmek;

“Sana değer veriyorum. Seni mutlu etmeyi düşünerek zaman harcadım, emek harcadım, olanaklarımı harcadım, çünkü sen buna değersin” demektir.

Dilerim ki,

Kalbimizi açabilen tek anahtar olan sevgimizi kaybetmeyelim.

Sevgililer günümüz kutlu olsun.

Sevgi yüreğimizi terk etmesin.

Sevginin en güzeli bizlerle olsun.

 

 

Biraz Nostalji Sezen Aksu

Merhaba sevgili okuyucularım;
Bu yazımda biraz nostalji yapmak istiyorum. Nostalji ama hala günümüzde çok değerli ve pop müziğinde yeri çok farklı olan bir sanatçımızdan bahsetmek istiyorum…Sezen Aksu’dan…

Sezen Aksu, 1970’li yıllardan bugüne kadar her yaş kesimini ağlatan, güldüren ,düşündüren bir sanatçı olmuştur. Kendine has o büyülü sesi, her birinin içerisinde hikaye barındıran şarkı sözleri, el verip müzik kariyerlerine katkıda bulunduğu nice insana adeta bir ekol olmuştur…

Hepimizin çok sevdiği Sezen şarkısı vardır mutlaka. Benim ki, yüzlercesi arasından seçebildiğim; ‘Git’ şarkısıdır mesela…Ne zaman duygularımı çok yoğun hissetsem, hemen o şarkıyı dinlerim. Şarkı hislerimi alıp bambaşka diyarlara götürür…Hem delice sevmenin, hem vazgeçmenin ve vazgeçemenin, çok karışık olan duygu karmaşasını anlatabilen muhteşem şarkılarından biridir…

Sezen hanımın duruşu, kendine has tarzı, milyonlarca hayranı gibi beni de çok etkilemiştir hep…Pop müziğinin zirvesinde, tüm mütevazi duruşuna rağmen ulaşılması mümkün olmayan bir yer edinmiştir. Yaşarken efsane olmayı becerebilmiş nadide bir değerdir…İyi ki varsın Sezen Aksu…İyi ki seni bunca seven insanların yüreklerine dokundun, yön verdin, sevildin…Sezen hanıma çok sağlıkla ve keyifle sanatını yapabileceği daha nice nice uzun yıllar diliyorum..
Sizin en sevdiğiniz Sezen Aksu şarkısı hangisi?

Dostluk Güzeldir.

 

 

 

 

Dost kelimesi her vakit bana sıcak gelmiştir.

Arkadaşlıktan ayrılan ince, lakin çok önemli bir ayrıntıya sahiptir. Dost, karşısındaki muhatap olduğu kişi ile hemhal olan yani onun hüznüne, sevincine, velhasıl çeşitli duygu durumlarına ortak olan kişidir.

Yaşadığım tecrübelerden yola çıkarak rahatlıkla söyleyebilirim ki , yazdığım manada dost bulabilmek yaşadığımız devirde imkansız hale gelmiştir.

Yada dost sandıklarımızın bizi yaptığımız birkaç hata da yalnız bırakmalarından da bu çıkarımı pekala yapabiliriz.

Annemin sevdiğim bir sözünü burada anmak isterim: ”Bana bir insan 40 kere doğruyu söylese, lakin bana karşı bir yalanına şahit olsam bir daha o kişiye güvenemem.”

Dostluğun terazisi bu kadar hassastır, dost yalan söylemeyen, söylemekten utanan kişidir.

Dostluğun vazgeçilmez özelliklerinden birisi de kusurları görmezden gelebilmektir.

Yazımı şu güzel menkıbe ile tamamlamak istiyorum.

Adamın biri İbrahim bin Edhem’le uzun müddet yol arkadaşlığı yapmıştı. Ayrılacağı zaman da ona: ”Yapmış olduğum birçok saygısızlık sebebiyle bu arkadaşlık esnasında benden incinmiş olabilirsiniz”dedi.

İbrahim bin Edhem ona şunu söyledi: ”Ben senin dostunum, seni seviyorum, dostluk ve sevgi senin ayıplarını ve kusurlarını görmeme engel olan bir perde olmuştur. Sevgi sebebiyle ben kendimi bile görmedim, senin iyi mi, kötü mü yaptığını nereden göreceğim.”

 

×