Sessiz Olalım(!)

 Ne yazık ki, haksızlıklar karşısında sessiz kalmak, toplumda bir hastalık gibi yayılıyor. En kötüsü de, günlük hayatımızda en küçük yanlışa bile “hayır” demeye kalkışana  susması tavsiye ediliyor. Özellikle, haksızlığa maruz kalanların bizzat kendisi tarafından.
Yaşadığımız çağ, adeta haksızlıklar çağına dönüşmüş durumda; İslam’daki “cahiliye dönemi” olarak bilinen dönemle kıyaslandığında, belki de daha zorlayıcı bir tablo var elimizde. Sorunların çözümünde akıl ve mantık yerine, romantize ederek ön plana çıkarıyor; hakikatli bir şekilde itiraz etmek yerine, en derin problemleri dahi üzerine  bir müzik ekleyip, sosyal platformlarda sadece paylaşıyoruz. Birileri duysun, görsün ve çözsün istiyoruz.
Bunu yaparak sadece kendi geleceğimizi değil, çocuklarımızın geleceğinide önemli ölçüde belirliyoruz. Mahallemizde ki bir yanlışa, iş yerinde yüzyüze gelinen bir probleme, sokakta yürürken karşılaşılan bir yanlışa; kısacası “aman bana bir şey olmasın” diyerek sırtımız döndüğümüz her sorunda biraz daha susmayı öğreniyor ve öğretiyoruz, hem kendimize hem geleceğimize…

 Uyuşmuş bireyler, hasta bir toplum inşa eder.

 Şimdi soralım mı kendimize, biz dün veya bu gün neye sustuk; itiraz etmemiz, dur dememiz gerekirken, neyi görmezden geldik?

BENLİK ALGISI

Bireyin kendini ne şekilde algıladığını ifade eder Ve diğer insanların onunla ilgili görüşleriyle birlikte şekillenen bir süreçtir. Bu süreç içerisinde, birey diğerlerine karşı olumlu bir imaj oluşturmak ister ve bu olumlu imajı sürdürmek için davranışlarda bulunur.

Diğer bir ifadeyle, bireyin kendisine ait olan nitelik ve davranışlarına ilişkin inancının bütünüdür. Psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik faktörlerden etkilenir ve yaşam döngüsünde önemli bir rol oynar.

Ayrıca bireyin, kendisi hakkında ne düşündüğünü, kendisini nasıl değerlendirdiğini ve algıladığını açıklar. Bireyin deneyimlerini içerir ve deneyimlerine verdiği değerleri yansıtır . Çocuklukta oluşmaya başlayan benlik algısı yaş ilerledikçe daha da zenginleşir. Bireyin sahip olduğu özellikleri, onu diğerlerinden ayıran nitelikleri ve yeterliliklerini nasıl algıladığının tümünü içerir.

Benlik algısı, bireyin hem dünyayı hem de kendi davranışını nasıl algıladığını etkilemektedir. Kendini güçlü ve becerikli biri olarak algılayan bir birey, kendisini güçsüz ve beceriksiz biri olarak algılayan bir bireyle kıyaslanırsa, ikisinin dünyayı algılama biçimleri ve davranışları birbirinden çok farklıdır. Bir birey son derece başarılı ve saygın olabilir, ancak kendisini başarısız olarak algılaması benlik algısıyla ilgilidir. Benlik kavramının gerçekliği yansıtması gerekmez. Benlik algısı, bireyin kendini değerlendirirken kullandığı tutumun yönüne bağlıdır. Bireylerin kendilerini algılayış tarzları, kendilerini nasıl gördükleri birbirlerinden farklılık gösterebilmektedir. Bir bireyin kendini değer görmeye lâyık biri olarak hissetmesi, yeteneklerini göstermesi, başarmaya olan inancı, kendisiyle gurur duyması, çevresindekiler tarafından takdir edilmesi, kendini sevmesi ve sahip olduğu özellikleri olduğu gibi kabul etmesi olumlu benliğin işaretlerindendir.

Birey, kendi benliğini hangi yöne yönlendirir ise, algıları da o yönde olmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken bireyin kendi ile ilgili fikirleri olumlu ise, benlik algısı yükselmekte; olumsuz yönde ise benlik algısı düşmektedir. Öte yandan benlik algısının oluşumunda, bireyin etkileşim halinde olduğu kişilerin tutum ve davranışları da önemli rol oynamaktadır.

Bireyin kimlik oluşturma aşamasındaki kazanımları ve çevresi üzerinde hakimiyet kurma ihtiyacını tatmin etme düzeyi üzerinde de durulmuştur.

Horney; “bireyin kendini gerçekleştirmesini engelleyen olumsuz çevresel faktörlerin, yalnızlık ve aşağılık duygularına yol açtığını ve bireyin kendi gerçek benliğine

yabancılaşmasına neden olduğunu” belirtmiştir. Bu sebeple bireyin hem kendi

düşünceleri hem de çevre etkeni benlik algısı oluşumunda önemli faktörler olarak

bilinmektedir.

Bireyin benlik algısı düzeyi ne kadar yüksek ise ruh sağlığı da o derecede yerinde

demektir. Çünkü olumlu benlik algısına sahip bireyler, kendilerine güvenirler ve değerli hissederler. Çocukluk dönemi benlik algısının olumlu gelişiminde önemli bir yer tutar. Bu dönemdeki yaşantılar, bireyin kendi hakkındaki kararlarını ve değerlerini oluşturur. Eğer çocukluk döneminde, sağlıklı benlik algısı gelişimine destek verilmez ise ergenlik döneminden itibaren benlik algısı için ciddi sorunlar ortaya çıkabilmektedir.

3. Benlik Saygısı (Öz Saygı)

Bir bireyin kendi değeri hakkındaki bütünlükçü öz değerlendirmesi ya da hissi öz saygı olarak tanımlanmaktadır. Kendinden memnun olmayı ve kendini olduğu gibi kabul etmeyi içeren olumlu bir özelliktir.

Öz saygı, benlik algısının bir boyutudur. Bireyin kendisi ile ilgili algısından yola çıkarak, kendisini kabul veya red kapsamında kendisine verdiği değerdir. Çocukluk döneminde, temel güven duygusunu oluşturan aile ve çocuğun sosyal çevre ile etkileşimi sonucu öz saygı ve öz yeterlilik duygusu oluşmaktadır. Benlik saygısı kişilik değişkenlerinden biri olarak ele alınmaktadır. Temel olarak bireyin kendisinden duyduğu memnuniyet olarak tanımlanabilir. Bireyin dış görünüşüne, kişilik ve psikolojik özelliklerine ilişkin algısının bir ifadesidir. Ayrıca bireyin akademik, sosyal ve özel hayatını etkileyebileceği düşünülmektedir.

Birey kendisini çeşitli yönlerden değerlendirerek bir sonuca ulaşır ve kendisi ile ilgili bir karara varır. Benlik kavramının beğenilip benimsenmesiyle benlik saygısı

oluşur. Benlik saygısı erken yaşlarda oluşmaya başlar, yaş aldıkça ve

yaşam dönemlerine göre değişkenlik göstererek şekillenir. Mesela evlenme, boşanma, yaşlanma, aileden uzakta ya da ayrı yaşama gibi çeşitli dönemlerde bedensel, psikolojik ve duygusal olarak yaşanan değişimlerin yanı sıra bireyin benlik kavramı ve benlik saygısı da farklılaşmaktadır. Ayrıca, benlik saygısı etkileşim halinde olunan çevreden özellikle aile, arkadaş grupları ve yaşıtlarından olumlu ya da olumsuz olarak etkilenmektedir.

Rosenberg’e göre benlik saygısı, bireyin kendi ile uyum halinde olması ve kendi yaptıklarından memnun olması durumudur. Benlik saygısı yüksek olan bireyler kendilerini başkalarından üstün tutmamakta, kusursuz olduklarını düşünmemekte, çok kabiliyetli ya da başarılı oldukları ile ilgili duygularını ifade etmemektedir. Bu bireyler, kendilerini toplumun kıymetli bir ferdi olarak bilmektedirler ve kendilerine saygı duymaktadırlar. Ayrıca benlik saygısı yüksek olan bireyler kendine güvenen, olumsuz ve zayıf yönlerinin bilincinde olan bireylerdir. Değişime açıktırlar ve kendilerinde gördükleri eksiklikleri gidermeye çalışırlar. Yeni şeyler üretme, olumsuz durumlarla baş edebilme ve stresi tolere edebilme gibi özelliklere sahip oldukları görülmüştür.

Benlik saygısı düşük bireyler ise, genellikle yapay olumlu bir benlik tavrı içinde görünmeye çalışırlar. Kendisini diğer bireylere kanıtlamak için umutsuz bir çaba

içindedir veya reddedileceği düşüncesiyle korkmaktadır.

Başka insanlarla etkileşim kurma konusunda endişe etmektedirler. Bu bireyler, toplumda kendi içine çekilebilen ve kendisiyle az gurur duyan bireyler olarak karşımıza çıkar.

Benlik saygısı düşük bireyin kendine güveni azdır, kolaylıkla ümitsizliğe kapılır. Bu nedenle olumsuz ruhsal belirtiler görülme olasılığı daha yüksektir. Bu bireylerde, öz güven eksikliği görülür ve sorumluluk almaktan, yeni şeyler denemekten kaçınırlar.

Ayrıca övgü ve eleştirileri kabullenmede zorluk çekerler ve bağımlı kişilik yapısına

sahiptirler. Başarısızlık karşısında kendini değersiz hissedebilmektedirler. Düşük benlik saygısına sahip bireylerin gelecek ile ilgili düşünceleri de olumsuzdur.

Düşük öz saygı, genç yetişkinlerin sorunlarının sebebi olarak görülmemektedir. Asıl neden, birçoğunun çocukken yaşadığı zor koşullardan kaçamamış olmasıdır.

2.4. Benlik Sunumu

Benlik sunumu, bireyin yaşam amaçlarına uygun ya da olumlu bir izlenim yansıtmak amacıyla planlanmış bir biçimde davranma ve kendini ifade etme durumu olarak tanımlanmaktadır. Bireyin, hem kendisine hem de dışardan onu izleyenlere, kendisini daha iyi gösterme isteğini ifade eder Başka bir ifade ile bireyin kendiyle alakalı bilgilerini paylaştığı ve sergilediği performansları diğerlerine iletme ve bunu sürdürme eylemidir. Değişen ve gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte oluşan yeni iletişim imkanları benlik sunumu için yeni bir ortam oluşturmuştur.

Goffman, bireylerin kişilerarası etkileşimde istenilen benliği sunmak amacıyla ne şekilde performans gösterdiği, sahne önü ve arkasındaki tavırlarını kıyaslayarak tiyatroyla bağdaştırmaktadır. Ayrıca, etkileşimde bulunanların aktör olarak görüldüğü üzerine vurgu yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bireyler benliklerini sunarken diğerleri üzerinde bir imaj oluşturma planı benimseyip onu istedikleri gibi yönlendirmek için çabalamaktadır. Goffman’ın benlik sunumu yaklaşımında, performans ve vitrin konsepti öne çıkmaktadır. Goffman’a göre performans, bireyin gözlemleyen topluluk önünde geçirdiği süre boyunca gösterdiği ve izleyiciler üzerinde etki bırakan tüm faaliyetleri; vitrin ise performansı sergilerken, birey tarafından bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kullanılan kalıplaşmış ifade şekilleri olarak açıklanmaktadır.

Alışık olunulan durumlarda, benlik sunumu bilinçli bir çaba sarf etmeden gerçekleşir. Alışkın olunmayan durumlarda, mesela etkilemek istenilen insanların olduğu bir ortamda ya da romantik olarak ilgilenilen birisi ile konuşurken, yaratılan izlenimler konusunda kaygılar oluşmaktadır ve birey bu durumda iyi bildiği bir arkadaşının yanında davrandığından daha farklı davranabilir.

Bireylerin benlik sunumları bir ihtiyaç olarak düşünülmektedir. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için, gündelik yaşantılarını gerçek ya da sanal bütün ortamları kullanarak sunarlar. Facebook gibi sosyal ağ içerikleri benlik sunumu için yeni bir ortam

sağlamaktadır. Kullanıcılar profillerinde ne tür resimleri, etkinlikleri ve ilgi alanlarını

gösterecekleri konusunda çok dikkatli davranırlar. Ayrıca, benlik sunumu ruh halini beklenmedik bir şekilde iyileştirebilir.

Ali Çaputçu

DEVİNİM

Part 2
Gözleri kırık çaydanlığa takıldı

ısınmıyor
Yanmıyor,pişemiyor çatlak demirler neden tutamıyor? güçlü bir çeliğe karşı kayıp giden sıcaklık.
Bir yudumluk tat için ne büyük eziyet
Konuştukları her an bitecek ama hiç tükenmeyecek gibi gelmesi normal mi?

Fahri betimleme rahatsızlıktan oluşmaz diye biliyorum. sonuçta edebi bir hal, ama böyle beklenmedik olaylara karşı yapılması şüphe uyandırıyor. Farklılaşan zihinler takılı kalabilecek hikayelere evriliyor ne garip. Sürekli böyle şeyler mi anlatıyor,hiç nasılsın diye sormadın mı?

Sorduklarımın cevabını hayal perdesinden dökülen nakış iplğine dokuyor.farklı cevaplar kafamdaki soruları değiştiriyor. Belki aşamadığım duvarlara daha sıkıca sarılıyorum bu yüzden.

Nasılsın?
Nasılız?
Nasılım?

Bir damla dünya adem denizin de.

BENLİK ALGISI

Benlik algısı, bireyin kendini ne şekilde algıladığını ifade eder Ve diğer insanların onunla ilgili görüşleriyle birlikte şekillenen bir süreçtir. Bu süreç İçerisinde, birey diğerlerine karşı olumlu bir imaj oluşturmak ister ve bu olumlu imajı Sürdürmek için davranışlarda bulunur.

Diğer bir ifadeyle,

Bireyin kendisine ait olan nitelik ve davranışlarına ilişkin inancının bütünüdür. Psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik faktörlerden etkilenir ve yaşam döngüsünde Önemli bir rol oynar.

Ayrıca bireyin, kendisi hakkında ne düşündüğünü, kendisini nasıl Değerlendirdiğini ve algıladığını açıklar. Bireyin deneyimlerini içerir ve deneyimlerine Verdiği değerleri yansıtır . Çocuklukta oluşmaya başlayan benlik Algısı yaş ilerledikçe daha da zenginleşir. Bireyin sahip olduğu özellikleri, onu Diğerlerinden ayıran nitelikleri ve yeterliliklerini nasıl algıladığının tümünü içerir

Benlik algısı, bireyin hem dünyayı hem de kendi davranışını nasıl algıladığını Etkilemektedir. Kendini güçlü ve becerikli biri olarak algılayan bir birey, kendisini Güçsüz ve beceriksiz biri olarak algılayan bir bireyle kıyaslanırsa, ikisinin dünyayı algılama biçimleri ve davranışları birbirinden çok farklıdır. Bir birey son derece

başarılı ve saygın olabilir, ancak kendisini başarısız olarak algılaması benlik algısıyla ilgilidir.Benlik kavramının gerçekliği yansıtması gerekmez. Benlik algısı, bireyin kendini değerlendirirken kullandığı tutumun yönüne bağlıdır. Bireylerin kendilerini algılayış tarzları, kendilerini nasıl gördükleri

birbirlerinden farklılık gösterebilmektedir. Bir bireyin kendini değer görmeye lâyık biri olarak hissetmesi, yeteneklerini göstermesi, başarmaya olan inancı, kendisiyle gurur duyması, çevresindekiler tarafından takdir edilmesi, kendini sevmesi ve sahip olduğu özellikleri olduğu gibi kabul etmesi olumlu benliğin işaretlerindendir.

Birey,

kendi benliğini hangi yöne yönlendirir ise, algıları da o yönde olmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken bireyin kendi ile ilgili fikirleri olumlu ise, benlik algısı yükselmekte; olumsuz yönde ise benlik algısı düşmektedir. Öte yandan benlik algısının oluşumunda, bireyin etkileşim halinde olduğu kişilerin tutum ve davranışları da önemli rol oynamaktadır.

Bireyin kimlik oluşturma aşamasındaki kazanımları ve çevresi üzerinde hakimiyet kurma ihtiyacını tatmin etme düzeyi üzerinde de durulmuştur.

Horney; “bireyin kendini gerçekleştirmesini engelleyen olumsuz çevresel faktörlerin,

yalnızlık ve aşağılık duygularına yol açtığını ve bireyin kendi gerçek benliğine

yabancılaşmasına neden olduğunu” belirtmiştir. Bu sebeple bireyin hem kendi

düşünceleri hem de çevre etkeni benlik algısı oluşumunda önemli faktörler olarak

bilinmektedir.

Bireyin benlik algısı düzeyi ne kadar yüksek ise ruh sağlığı da o derecede yerinde

demektir. Çünkü olumlu benlik algısına sahip bireyler, kendilerine

güvenirler ve değerli hissederler. Çocukluk dönemi benlik algısının olumlu

gelişiminde önemli bir yer tutar. Bu dönemdeki yaşantılar, bireyin kendi hakkındaki

kararlarını ve değerlerini oluşturur. Eğer çocukluk döneminde, sağlıklı benlik algısı

gelişimine destek verilmez ise ergenlik döneminden itibaren benlik algısı için ciddi

sorunlar ortaya çıkabilmektedir

3. Benlik Saygısı (Öz Saygı)

Bir bireyin kendi değeri hakkındaki bütünlükçü öz değerlendirmesi ya da hissi öz

saygı olarak tanımlanmaktadır. Kendinden memnun olmayı ve kendini

olduğu gibi kabul etmeyi içeren olumlu bir özelliktir.

Öz saygı,

benlik algısının bir boyutudur. Bireyin kendisi ile ilgili algısından yola çıkarak,

kendisini kabul veya red kapsamında kendisine verdiği değerdir. Çocukluk

döneminde, temel güven duygusunu oluşturan aile ve çocuğun sosyal çevre ile

etkileşimi sonucu öz saygı ve öz yeterlilik duygusu oluşmaktadır. Benlik saygısı kişilik değişkenlerinden biri olarak ele alınmaktadır. Temel

olarak bireyin kendisinden duyduğu memnuniyet olarak tanımlanabilir. Bireyin dış

görünüşüne, kişilik ve psikolojik özelliklerine ilişkin algısının bir ifadesidir. Ayrıca

bireyin akademik, sosyal ve özel hayatını etkileyebileceği düşünülmektedir.

Birey kendisini çeşitli yönlerden değerlendirerek bir sonuca ulaşır ve kendisi ile

ilgili bir karara varır. Benlik kavramının beğenilip benimsenmesiyle benlik saygısı

oluşur Benlik saygısı erken yaşlarda oluşmaya başlar, yaş aldıkça ve

yaşam dönemlerine göre değişkenlik göstererek şekillenir. Mesela evlenme, boşanma,

yaşlanma, aileden uzakta ya da ayrı yaşama gibi çeşitli dönemlerde bedensel,

psikolojik ve duygusal olarak yaşanan değişimlerin yanı sıra bireyin benlik kavramı

ve benlik saygısı da farklılaşmaktadır. Ayrıca, benlik saygısı etkileşim halinde olunan

çevreden özellikle aile, arkadaş grupları ve yaşıtlarından olumlu ya da olumsuz olarak

etkilenmektedir.

Rosenberg’e göre benlik saygısı, bireyin kendi ile uyum halinde olması ve kendi

yaptıklarından memnun olması durumudur. Benlik saygısı yüksek olan bireyler

kendilerini başkalarından üstün tutmamakta, kusursuz olduklarını düşünmemekte, çok

kabiliyetli ya da başarılı oldukları ile ilgili duygularını ifade etmemektedir. Bu

bireyler, kendilerini toplumun kıymetli bir ferdi olarak bilmektedirler ve kendilerine

saygı duymaktadırlar. Ayrıca benlik saygısı yüksek olan bireyler

kendine güvenen, olumsuz ve zayıf yönlerinin bilincinde olan bireylerdir. Değişime

açıktırlar ve kendilerinde gördükleri eksiklikleri gidermeye çalışırlar. Yeni şeyler

üretme, olumsuz durumlarla baş edebilme ve stresi tolere edebilme gibi özelliklere

sahip oldukları görülmüştür

Benlik saygısı düşük bireyler ise, genellikle yapay olumlu bir benlik tavrı içinde

görünmeye çalışırlar. Kendisini diğer bireylere kanıtlamak için umutsuz bir çaba

içindedir veya reddedileceği düşüncesiyle korkmaktadır. Başka insanlarla etkileşim

kurma konusunda endişe etmektedirler. Bu bireyler, toplumda kendi içine çekilebilen

ve kendisiyle az gurur duyan bireyler olarak karşımıza çıkar

Benlik saygısı düşük bireyin kendine güveni azdır, kolaylıkla ümitsizliğe kapılır. Bu

nedenle olumsuz ruhsal belirtiler görülme olasılığı daha yüksektir. Bu bireylerde, öz

güven eksikliği görülür ve sorumluluk almaktan, yeni şeyler denemekten kaçınırlar.

Ayrıca övgü ve eleştirileri kabullenmede zorluk çekerler ve bağımlı kişilik yapısına

sahiptirler. Başarısızlık karşısında kendini değersiz hissedebilmektedirler. Düşük

benlik saygısına sahip bireylerin gelecek ile ilgili düşünceleri de olumsuzdur

Düşük öz saygı, genç yetişkinlerin sorunlarının sebebi

olarak görülmemektedir. Asıl neden, birçoğunun çocukken yaşadığı zor koşullardan

kaçamamış olmasıdır

2.4. Benlik Sunumu

Benlik sunumu, bireyin yaşam amaçlarına uygun ya da olumlu bir izlenim

yansıtmak amacıyla planlanmış bir biçimde davranma ve kendini ifade etme durumu

olarak tanımlanmaktadır. Bireyin, hem kendisine hem de dışardan onu izleyenlere,

kendisini daha iyi gösterme isteğini ifade eder Başka bir ifade ile,

bireyin kendiyle alakalı bilgilerini paylaştığı ve sergilediği performansları diğerlerine

iletme ve bunu sürdürme eylemidir. Değişen ve gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte

oluşan yeni iletişim imkanları benlik sunumu için yeni bir ortam oluşturmuştur

Goffman, bireylerin kişilerarası etkileşimde istenilen benliği

sunmak amacıyla ne şekilde performans gösterdiği, sahne önü ve arkasındaki

tavırlarını kıyaslayarak tiyatroyla bağdaştırmaktadır. Ayrıca, etkileşimde bulunanların

aktör olarak görüldüğü üzerine vurgu yapmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bireyler

benliklerini sunarken diğerleri üzerinde bir imaj oluşturma planı benimseyip onu

istedikleri gibi yönlendirmek için çabalamaktadır. Goffman’ın benlik sunumu

yaklaşımında, performans ve vitrin konsepti öne çıkmaktadır. Goffman’a göre

performans, bireyin gözlemleyen topluluk önünde geçirdiği süre boyunca gösterdiği

ve izleyiciler üzerinde etki bırakan tüm faaliyetleri; vitrin ise performansı sergilerken,

birey tarafından bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kullanılan kalıplaşmış ifade şekilleri

olarak açıklanmaktadır.

Alışık olunulan durumlarda, benlik sunumu bilinçli bir çaba sarf etmeden

gerçekleşir. Alışkın olunmayan durumlarda, mesela etkilemek istenilen insanların

olduğu bir ortamda ya da romantik olarak ilgilenilen birisi ile konuşurken, yaratılan

izlenimler konusunda kaygılar oluşmaktadır ve birey bu durumda iyi bildiği bir

arkadaşının yanında davrandığından daha farklı davranabilir.

Bireylerin

benlik sunumları bir ihtiyaç olarak düşünülmektedir. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için,

gündelik yaşantılarını gerçek ya da sanal bütün ortamları kullanarak sunarlar. Facebook gibi sosyal ağ içerikleri benlik sunumu için yeni bir ortam

sağlamaktadır. Kullanıcılar profillerinde ne tür resimleri, etkinlikleri ve ilgi alanlarını

gösterecekleri konusunda çok dikkatli davranırlar. Ayrıca, benlik sunumu ruh halini

beklenmedik bir şekilde iyileştirebilir.

Ali Çaputçu

DEVİNİM

Part 1

Tesise geldik
Terapi sonucu başarısız olan hastalara burda ilaçlar hazırlanıyor.

Yönetici bizi gezdirirken ilaçların üretildiği yere geldiğimiz sırada
Lafa atıldım
ilacı atmadan size bir hikaye yazacağım midede çözülme zamanı 7 dakika ve kana karışmasını beklemek daha uzun sürüyor,
Daha sonra tekrar tekrar içmeniz gerekecek ama ben size tek seferde beynin devasa mükemmelliğini kullanarak tedavi edebilecek bir fonetik yaratacağımı Vadediyorum!
Ben bir bordline hastasıyım ve bir şeyler karalıyorum lütfen ciddiye alın!
.
Herşeyin değişmesine yardımcı olabilecek bir 7 dakika

Okuduğum sıralarda yöneticinin etrafında gezerek ona tane tane yazdıklarımı okudum

Bir psikoloğun çözüm odaklı olması gerektiğini düşünmeden ileriye götürebileceğini akıl edememişti.

Bu vücüdunu ve beynini serbest bırakır ve yapılan tüm saldırılara savunmasız kalır

Konuştukça etkilenir ve bağlanır

Adam iyice kötüleşti ve fenalaştı etkisinden çıkmaya çalışırsa artık daha çok düşünmek zorunda kalacaktı ve nitekim öyle oldu.

Arakadaşıma bağırmaya başladı ve ona şunları söyledim

İşte Kubilay bey herşey 7 dakika önce daha iyiydi diyeceğiniz bir noktadayız. daha iyi bir 7 saat için asla ilaca ihtiyacımız yok

“MUCİZEDİR BAZI İNSANLAR: HAYATINIZA DOKUNUR VE GİDERLER”

  Epeydir hayatımın rutin dengesini alt üst edecek bir eylemde bulunmadım. Yoğun iş tempomda, kendimi akışa kaptırmış; gözlerim görmese bile ayaklarımın mutlak bulabileceği yolu, her gün aynı düzende yürüyorum. 

  Uyan, giyin, altmış dört merdiven in. Bahçe kapısına neredeyse sıfıra sıfır park edilen, bencil komşunun arabasını ceketinle boydan boya sil. (Aksi mümkün değil. ) Gül ağacının yanından derin bir nefes alarak geç. (İyi ki var. ) Kırmızı, gri kaldırım taşları, yıkık bina derken, bu kadar beton yığının içinde düzene başkaldırıp, kendine tahtadan kapak seçen mazgalı da geç. (Belediyeyle aramda husumet başlattı. ) Yolun karşı köşesine gözlerini dik, klima düşmanı, zalim şoförü olan servisi bekle. Geldi, bin. Sağdan üçüncü sıradaki koltuğa, cam kenarına otur. Gözlerini gökyüzüne dik, Ay’ın çekilip, Güneş’in tüm ihtişamı ile gelişini izle. (Ne muazzam bir görüntü.) 

  Bugün o gündü. Evet kararlıyım, akışı alt üst edeceğim. İş çıkışı karşıma çıkan ilk taksiye bindim. (Sakin lütfen, sadece bir fincan kahve içip döneceğim.) Uzun zamandır gitmediğim, tüm yorgunluğumu, tükenmişliğimi bıraktığım o yere geldim. Daha taksiden inmeden gördüğüm manzara, ruhumu beslemeye yetti bile. Dev kavak ağaçlarının içinde, sessiz, sakin, oldukça huzurlu bir mekân. Kavak yaprakları, rüzgârın değişken esintisiyle güneş ışığını çimlerde dans ettirerek büyüleyici bir yakamoz etkisi oluşturuyor.    

  Henüz kavuşmuş olduğum dinginliği ve huzuru başkalarının sohbetleriyle bölmemek için, zaten birkaç kişinin bulunduğu yerden daha uzak bir masaya geçtim. Buz gibi kahvemi yudumlarken, bu muazzam görüntüde kaybolup gidiyorum. Ağaçların yapraklarından çıkan ses, beni çocukluğuma götürüyor. Kavak ağaçlarının içerisinde, iki katlı ahşap bir evde büyüdüm. Belki de burayı benim için bu kadar özel kılan sebeplerden biri de budur.   

 İki masa kadar uzağımda yalnız başına oturan (yetmiş yaşlarında var) teyze ile göz göze geliyoruz. Karşılıklı gülümseyip, başımızla selamlaşıyoruz. Çok geçmedi bir iki kelam ettik. (Bir süre sonra baktık olacak gibi değil, bizim kelamların ardı epeyce dolu. ) Teyzenin nazik davetine icabet edip, masasına geçtim. Biz de muhabbet aldı başını gitti. (Doyamadım)  

  Besime Teyze, emekli bir avukat. Her gün buraya gelir, “kavak ağaçlarının müziğini dinleyip, dansını izleyerek” (bu cümle ona ait) bir kahve içer, dönermiş evine. (Bende böyle yaş almalıyım, imrendim. ) Bir dönem yazıyla da ilgilenmiş fakat yazdıklarını hiç yayınlatmamış. “Savaşmaktan, anlatmaya vakit bulamadım” diyor. “Hem etikte olmazdı, çünkü benim belleğim yalnızca bana ait değil ki” diye ekliyor. 

 Konuşuyoruz, gençliğinden, gençliğimden. Dünden, bugünden, değişen toplumun, değişmeyen yaralarına kadar her şeyden. Vakit nasıl geçti anlamadık. Hava kararmak üzere, enerjimiz tükenir gibi oluyor; hemen ufak bir müdahalede bulunup, yemek söylüyoruz ve doyamadığımız sohbete devam ediyoruz. Konu yine yazıya geliyor. Yazıyla ilgilendiğimi anlatıyorum, heyecanlanıyor. Bu güzel karşılaşmayı diyorum, cümlemi tamamlıyor; “yaz tabii, lütfen” diye ekliyor. Heyecanı bende mahcubiyet duygusu uyandırıyor.” Ama çok iyi yazamayabilirim” sözümü kesiyor. “Mükemmeli zorlama, duygudan yoksun kalır; yoksun bırakırsın.” diyor.  

  Yemeğimizi bitirdikten sonra büyük bardaklarda çaylarımız geliyor. “Sor bakalım yazına eklemek istediğin bir şey var mı?” diyor. (Olmaz mı?) Kısa bir sessizliğe giriyoruz, bana zaman tanıyor. Bense kendi kendimle konuşuyor, Besime Teyzenin, etik kurallarını ihlal etmeden soracağım soruları planlıyorum. (Anlattıklarından soramayacağıma göre genel olmalı.)  

“Sizin deyişinizle, eskiden nasıldı? Sizin gençliğinizde de bu kadar yorucu muydu dünya?” 

 “Hayır, çünkü bilmiyorduk. Bizler sadece kendi çevremizden, kendi ülkemizden haberdardık ve bunları değiştirebileceğimize inandık. Bunun için dönemin gençleri olarak çaba harcadık. Değiştirdiklerimizde oldu, değiştiremediklerimizde oldu.” 

 “Bugün geçmişe dönüp baktığınızda, sizce değiştiremediklerinizin nedeni neydi?” 

 “Çok basit aslında, zulüm gören ayağa kalkınca zulmediyor. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği yer insanların bulanmış zihinleriydi. Bu daima böyleydi, (hüzün çöküyor bakışlarına) zannedersem böyle olmaya da devam edecek.” 

 “Kurallarınızı aşmayacaksa bir örnek vermeniz mümkün mü?” (Düşünüyor) 

 “Uzun bir mücadelenin ardından, yepyeni hayat kuran bir annenin; oğlunu büyük bir öfkeyle yetiştirmesine ve onu kaybetmesiyle sonuçlanan sürece engel olamayışım, bende derin bir yaradır. Dediğim gibi, zihinlerle savaşmak çok zordur. Hele ki yeniliğe ve farklılığa kapalıysa…” 

 “Günümüz toplumunda, hatta toplumlarında diyeyim; insanlar çok umutsuzlar ben de dahil. Gençliğinizden bahsederken, anlattığınız gençliğin mücadeleci ruhu şimdilerde hiçbirimiz de yok gibi. Araya benim gençliğimi de ekleyerek bakarsak, durum her nesilde biraz daha karamsar. Siz ne düşünüyorsunuz?” 

 “Dünya her zaman kaos içerisindeydi. Bizler, o zamanlarda bunu bir bütün olarak göremiyorduk. Dün ile bugünün farkı: sizler ilerleyen teknoloji sayesinde bu bütünü görebiliyorsunuz. Her yerde yaşanan zulümlerden detaylıca haberdarsınız. Bunun getirdiği yük, umutsuzluğa; umutsuzluk neticesinde de, umursamazlığa sevk ediyor. Tabii bunu sadece zalimliği duymazdan, görmezden gelenler için söylüyorum. (Bakışlarını bir endişe kaplasa da devam ediyor.) Sus pus olanlar, mental yorgunlar. Hangisine dur diyecekler ki! Her an, her yerden gelen haberler; ağır, bu gerçekten çok ağır. Fakat bunlar bahane olmamalı, gelip geçici dünya; ‘iyilik uğruna ettiğin mücadele kadar varsın.’ Fıtratına kayıtsız kalmamalı insan, eğitmeli kendisini; serde iyilik var.  Mutlak bir yolunu bulacaktır.” 

 “Son olarak ne tavsiye edersiniz, özellikle günümüz gençliğine?” 

 “Herkesin mutlaka ilgi duyduğu, hassasiyet gösterdiği meseleler vardır. Kendi yaşam tecrübeme dayanarak: bunlara yönelsinler derim ben. Kimi hastaya hassas, kimi yaşlıya, kimi denize, kimi ağaca. Kimisi de var hayvan sever, kimi savaşlara savaş açar, kimi gökyüzü sever, kimisi de toprak… Bu liste bitmez, uzar gider. Burada mühim olan birbirlerini: şununla, bunla ilgileniyor diye hor görmemek, beni en çok üzen meselelerden biridir bu. Ne demek, bunca mesele varken; bu mu kaldı uğruna mücadele edilecek! (İlk kez öfke gördüm bakışlarında, yüzünde) Her şeyi bir bütün olarak yaratan Allah’tan, iyi mi biliyorlar?  Düşünmeli gençlik, idrak etmeli artık. Birinin kalbine insan, birinin kalbine hayvan, bir başkasının kalbine doğa sevgisini verip yarattıklarını kollama, koruma görevi tayin etti bizlere! Çünkü bizlere “akıl sahipleri” diye seslendi. Hiçbir iyilik hareketini küçümsememeliler, sahip çıkmalılar kalplerine, peşinden gitmeliler; o doğru yöne götürecektir. Mutlaka. 

   (Bu cümlelerin üzerine yazıya devam etmek haksızlık olur, bu yüzden. 

                                                              

                                                                                   Sevgili, Besime Akçay’ın anısına… 

YAZAR:YELİZ YALÇIN

                                                                                             

                                           

Toplumun Gizli Yarası: Empati Yoksunluğu

  Günümüz toplumunda, giderek artan bir empati yoksunluğu yaşıyoruz. Empati, başkasının duygularını anlama, paylaşma ve başkasının davranışlarının ardındaki motivasyonu içselleştirebilme yeteneğidir. Duygusal zekanın en temel beş bileşeninden birisidir. Ne yazık ki, modern yaşamın hızlı temposu, bireyci kültür ve dijital çağın getirdiği izole yaşam bu hayati yetiyi, toplumda hissedilir derecede aşındırdı. Empati eksikliği, günlük yaşamın her alanında kendini gösteriyor.  

   Trafikte, iş yerlerinde, komşuluk, akrabalık, dostluk ve aile ilişkilerinde; empati yoksunluğunun izleri her yerde.  

  Empati eksikliğinin, en belirgin olduğu alanlardan biri de sosyal medya. Anonimlik perdesinin ardında, insanlar birbirine acımasızca saldırıyor, düşüncelerine saygı göstermiyor ve birbirlerinin insan olduğunu unutuyorlar. Karşısındakinin o an hangi ruh hali içerisinde olduğunu düşünmüyor ya da düşünmek istemiyorlar. Burada “Eko Odaların” etkisi çok fazla. Eko Odalarda, sadece kendi fikir ve görüşlerini destekleyen içerikler, yazışmalar sayesinde farklı görüşteki insanlara karşı öfke duygusuna kapılıyor ve bu insanlarla karşılaştıklarında empati kurabilme yetilerini çoktan kaybetmiş oluyorlar.  Eko odalarda, yalnızca kendi sesinin yankısını duyan insanlar; farklı seslere tahammül edemez hale geliyorlar. En kötüsü de, bunun kendilerine ve topluma verdiği zararın farkına varamıyor olmaları. 

   Yaşamın her alnında, sıkça karşılaştığımız bu durum; bireyler arasındaki ilişkileri bozmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal uyumu da tehlikeye atıyor. Empati yoksunluğu, toplumsal çatışmaları körüklerken, ayrışmayı da derinleştirip, toplumsal güveni zedeliyor. Önyargıların pekişmesi ve farklılıkların hoş görülmemesine yol açıyor. 

   Empati eksikliğinin kökeninde, modern yaşamın bireyci yapısının da büyük rolü var. Bireycilik, başarıya ulaşmayı ve kişisel hedeflere odaklanmaya teşvik ederken; başkalarının duygu ve düşüncelerini göz ardı etmeyi de beraberinde getirdi. Bireycilik, yanlış anlaşılıp “BEN”ciliğe dönüşünce işler rayından çıktı.  

    Dijital teknolojinin özellikle pandemiyle beraber her alanda yaygınlaşması, yüz yüze iletişimi azalttı ve insan ilişkilerini yüzeyselleştirdi.  

   Empati yoksunluğunun sonuçları, sadece sosyal ilişkilerde değil aynı zamanda psikolojik sağlıkta da kendini gösteriyor. Anlaşılmadığını düşünen, bu yoksunluktan bir şekilde nasibini almış olan insanlar, kendilerini çevrelerinden izole ediyor. Bu güvensizlik hissinin getirisi, depresyon ve anksiyete gibi ruh sağlığı sorunlarının yaygınlaşmasına sebep oluyor. 

   Bu karamsar tabloya rağmen, empati yetimizi yeniden kazanmak ve toplumsal uyumu sağlamak mümkün. Empatiyi bilinçli bir şekilde günlük yaşamımıza entegre etmekten geçiyor. Önce dinlemeyi öğrenmek, karşımızdakinin perspektifinden bakmaya çalışmak ve yargılamadan anlamaya çalışmak, kaybetmek üzere olduğumuz bu yanımızı güçlendirecektir. Eğitim kurumlarının ve ailelerin empati eğitimi konusunda daha bilinçli olması ve aktif rol üstlenmesi gerekiyor. Aynı zamanda, iş yerlerinde, toplumsal platformlarda empatiyi teşvik eden politikalar ve programlar geliştirilmelidir.  

Başkalarının duygularını anlamaya çalışıp, durumu karşımızdakinin perspektifinden değerlendirmeye çalışmalıyız.  

  Empatinin kökeni özbilinçtir. Önce kendimizin farkına varıp, kendimizi tanımalıyız. Önyargılarımızın farkında olup, bunları sorgulamalıyız. Önyargılar, empatinin önündeki büyük engellerdir. Farklı bakış açılarına açık olmak, kültür ve yaşam biçimlerini anlamak; insanların neden belirli şekilde davrandığını anlamamıza yardımcı olacaktır. Günlük hayatımızda, empatiyi pratiğe dökmeliyiz. Küçük eylemler, büyük farklar yaratır. 

Kendimize ve karşımızdakilere karşı sabırlı olmak, bu yeteneğimizin gelişmesine büyük katkı sağlayacaktır. Unutmayalım ki, iyilik bulaşıcıdır. 

 

  

Kanser Pandemisi: Bilim Kurgunun Ötesinde Bir Gerçeklik

 

Yıl 2024 Dünya, son on yılda kanser vakalarının beklenmedik bir artışına şahit oldu. Hastaneler, yeni teşhis konan hastalarla dolup taşıyor ve bilim insanları, bu ani yükselişin nedenini anlamaya çalışıyor. Halk arasında dolaşan söylentilere göre, bu durum uzaydan gelen gizemli bir radyasyonun etkisiyle oluyor. Bazı komplo teorisyenleri ise, bu artışın arkasında karanlık güçlerin olduğunu iddia ediyor.

Ancak gerçek çok daha karmaşık. Bilim insanları, kanser vakalarındaki artışın, çevresel faktörler, genetik yatkınlıklar ve yaşam tarzı seçimleri gibi bir dizi faktörün birleşimi olduğunu keşfettiler. Yine de, halkın kafasındaki soru işaretleri devam ediyor. “Acaba bu bir pandemi mi?” sorusu herkesin aklını kurcalıyor.

Otobüsteki Biletciler

Görmediğim şeyi asla sezemem
Korku bilmem hiç yalınız gezemem
İcab etse kendi adım yazamam
Katiplikten gayet istidadım var

E bu dörtlüğü okuduktan sonra bir yazı yazalım bari diye düşüncelerimden geçeni fiiliyata dökelim dedik.

Bugun sosyal medyada gördüğüm bir resim beni tââ çoçukluk yıllarıma götürdü 1970’li yıllara.

Ülkemiz nufusunun 35 Milyon, İstanbul nufusunun 2 milyon olduğu yıllar,sokaklarında Anadol,Murat 124 serçe ve şavrole taksilerin dolaştığı dönemler, insanların birbirine daha sevecen saygılı davrandığı seneler.
İett otobüsüne bindiğinizde arka kapıdan sağ kısımda sizi biletci karşılardı.
Bilet ücretinizi verip öne doğru ilerlerdiniz o vakitler arka kapıdan binilir ön kapıdan inilirdi. Henüz akbil,ceton ve kart basımı veya cep telefonunuza indirdiğiniz uygulama icat edilmemişti. Zaten cep telefonuda yoktu.

Sokaklarda telefon kulubeleri vardı,sarı jetonla çalışan,bir eşinizi veya dostunuzu aramak istediğinizde sabit ev veya işyeri nosunu çevirip konuşulurdu.

İlgi duyulan sevgiliye çekimser mektuplar yazılır.
Sana bir mektup yazdım
Vermeye korkuyorum
Seni çok seviyorum
Demeye korkuyorum

Egdim başımı sana
Merhamet eyle bana
Eğilen baş kesilmez
Bıraktım vijdanına

Diye dertli hüzünlü türküler söylenirdi.

Trt den başka radyonun tv’nin olmadığı Tv de sinemayı sadece Cumartesi geceleri izlendiği, Dallas dizisi başladığında reyting rekorları kırıldığı ahalinin ekseriyesinin tv başına kilitlendiği yıllar.
Radyoda arkası yarın ve radyo tiyatrosunun yayınlandıgı bağda bahçede çalışırken dinlenildiği seneler…

Köylerdeki nufus şehirlerden fazla tarım,hayvancılık zirai üretim doğal yapılır gdo nedir bilinmezdi.
İnsanlar belki daha faķir kıt olanaklara sahip idi ancak; daha sağlıklı idi, köyünde beslediği hayvanını severek doğada dolaşıp şarkı türkü söyleyerek stresini atar, depresyon nedir bilmezdi.

Günümüz gencliğine baktığımızda neredeyse anti deprasan kullanmayan yok gibi.

Siyasiler seçim dönemlerinde bir masa etrafında toplanır nezaketle birbirini eleştirir, Ülkenin sorunlarına nasıl çözüm bulacaklarına dair düşüncelerini ifade ederdi. Halkı hangi siyasi parti ideri ikna ederse seçim sonucuna yansır idi.
Şimdiki gibi dublajlar montajlar olmaz,yalan riya iftira asla karşılık bulmaz hicde hoş karşılanmazdı.
Gösteriş saray meraki,siyasette zenginleşme asla akıllarından bile geçmezdi.
Hiç bir parti liderinin Cumhuriyetle kurucu değerlerle asla işi olmazdı.

Eğitim daha nitelikli,sayısal olarak üniversiteler azdı belki ama oradan mezun olan her birey seçkin bir kariyer ve saygınlık görürdü.

Ülkede milyonlarca kaçak köçek yoktu, sokaklarında daha güvenli gezilir, arandığı vakit iş bulunurdu.

Belki avm’ler yoktu yazlık çay bahçelerinde dostça sohbetler edilir, tahta sandelyeli yazlık sinemalarda Yılmaz Güney,Kadir Inanır,Cüneyt Arkın,Kenan Işık flimleri seyredilirdi.

Ülkede basılan günlük gazetelerin okuru dahada fazlaydı. Şimdiki gibi Siyasetten finanse edilmez, gazete yazarları bağımsız ve korkusuzca haber ve yorumunu yazar, okuyucudan takdir görürdü.

Merhum Engin Nurşani bir eserinde ifade ediyor ya bizde o türkünün ilk dörtlüğu ile bitirelim bu yazıyı.

Zaman mı değişti vakit bir başka
Baharı görmedim günler yabancı
Geçen yıllar gençligimi götürdü
Umudum yarına dünler yabancı

Velhasılı ya bugünler dünden beter, yada biz yaşlandık.

KUANTUM TEORİSİ VE TEOLOJİK YANSIMALARI

KUANTUM TEORİSİ VE TEOLOJİK YANSIMALARI

İnsanlığın üzerinde var olduğu mekân evrendir. Eylemsel ya da düşünsel etkinliklerinin tümü yine doğa üzerinde gerçekleştirir. Bu durum zorunlu bir etkileşimi beraberinde getirmektedir. İlk zamanlar insan ile doğa arasında, insanın hayatta kalma çabası ve temel ihtiyaçların karşılanması gibi basit düzeyde bir etkileşim söz konusu iken daha sonraki süreçlerde insanın anlam arayışından ve sahip olduğu inançtan mütevellit içinde yaşadığı evreni merak ve araştırma güdüsünden bu etkileşimi daha karmaşık yapıp derinleşmiştir. Yüzyıllardır süre gelen bu etkileşim, beraberinde birçok buluş ve bilimsel gelişme de meydana getirmiştir. Bu bilimsel gelişmelerden en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz “Kuantum Teorisidir.”

Kuantum teorisi, atom ve atom altı parçacıkları ve bu parçacıkların davranışları ile ilgilidir. Bu teorinin oluşmasında o zaman için parçacıkların bilinen hiçbir kurala ve formüle girmeyen davranışları temel teşkil eder. Aynı zamanda bu teori klasik fiziğin gözle görülemeyen atom ve atom altı cisimlerin davranışlarını açıklamada yetersiz kaldığı noktada ortaya çıkarak modern fiziğin başlangıcı olmuştur. Kuantum teorisi tek bir kişi tarafından değil, birçok bilim adamının farklı zamanlarda yaptığı çalışmalarla ortaya çıkmış ve geliştirilmiştir. Bu bilim adamlarından bazıları; Max Planck (1858- 1947), Ernest Rutherford (1871-1937), Albert Einstein, Niels Bohr (1885-1962), Werner

Heisenberg (1901-1976), Louis De Broglie (1892-1987), Paul Dirac (,1902-1984) Wolfgang Pauli (1900- 1958) ve Erwin Schrödinger (1887- 1961)’dir.

Öncelikle belirtmemiz gerekir ki kuantum mekaniği, Newtoncu fiziğin açıkladığı madde, enerji, uzay ve zaman gibi doğa tasavvurlarını meydana getiren temel kavramları ve onların birbirleriyle olan ilişkilerinden türeyen fizik yasalarını yeniden açıklamıştır. Örneğin, Newton fiziğinde birbirinden temelde iki farklı kavram olarak anlaşılmış olan enerji ve madde kuantum fiziğinde birleştirilerek, yeni fizikte parçacık adı verilen, ortak kökene sahip dinamik parçalar olarak kabul edilmiştir. Kuantum teorisini anlamak için önceden değineceğimiz teorilerden biri olan görelilik teorisi de oldukça önemlidir. Bu teori Newton fiziğinin büyük cisimlerin hareketlerini açıklamadaki başarısına karşın küçük taneciklerden oluşan maddenin açıklanmasındaki yetersizliğini ve alan kavramının önemini ortaya çıkarmıştır. Kuantum fiziği ise alan teorisi ile birlikte daha da ileri giderek, maddenin nihaî yapıtaşlarından oluştuğu fikrinden vazgeçerek fiziksel gerçekliğin temelde maddî olmadığı varsayımını dayanak kabul etmiştir.

Fizik alanındaki bu gelişmeler sadece bilim alanında değişikliklere neden olmamış, felsefe ve din gibi önemli alanlar üzerinde de yansımaları olmuştur. Örneğin Newton fiziğinin felsefi bir neticesi olarak determinizm anlayışında meydana gelen köklü değişimler Tanrı- insan, Tanrı-doğa ilişkisinin de yeniden tartışılmasına neden olmuştur. Ayrıca görelilik teorisi ile birlikte hem din hem bilim alanında keskin kabullerin yerini ihtimal ve olasılığa bırakmasını da sağlamamıştır. Bu sebep bazı dindar düşünürlerin din hakkındaki düşüncelerini desteklemek için bilimsel bilgilere başvururken daha temkinli olmalarını sağlarken bilimi kullanarak dinin ve mutlak yaratıcının olmadığını düşünenlerinde aynı şekilde rastgele bilimsel bilgileri argüman haline getiremeyeceklerini göstermiş oldu.

Bu bölümde kuantum teorisini ele alırken bu teorinin aynı diğer bilimsel gelişmeler gibi bir anda ortaya çıkmadığının farkında olarak teorinin belli başlı öne çıkan ve önemli sayılan bilimsel gelişmeleri kronolojik olarak anlatarak kuantum teorisinin günümüze kadar devam eden serüvenini aktaracağız. Bunu yaparken ilk olarak klasik fizikten modern fiziğe geçişin başlangıcı sayılan Isaac Newton’un (1642- 1727) fiziğinden başlayacağız.

2.1. Kuantum Teorisi

2.1.1. Newton fiziği

Kuantum teorisini anlamak için öncelikle Isaac Newton’un fiziğini ele almamız gerek. Zira Kuantum fiziği ve diğer yeni kavrayışlar Newton’un üç asır boyunca kabul gören üç hareket yasası, kütle çekim yasası, gezegenlerin hareketleri ve yörüngeleriyle ilgili çalışmalar ve optik alanında yaptığı araştırmalar üzerine kurulmuştur.

Isaac Newton, bilimsel dünya görüşünün öncülerinden biri olan ve klasik fiziğin kurucusu olarak kabul edilen İngiliz fizikçi ve matematikçidir. Newton, evrensel kütle çekim yasasını bularak fizikte, diferansiyel ve integral hesabı bularak da matematikte devrim gerçekleştirmiş bunların yanı sıra ışık ve yansıma kuramlarına da katkılarda bulunmuştur. Newton aynı zamanda yazdığı Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeler) adlı eserinde evrensel kütle çekim yasası ile birlikte mekaniğin üç temel yasasını ortaya koymuş, yöntem olarak da gözlem ve tümevarıma dayanan bir yöntem kullanmıştır.

Newton’un ortaya koyduğu devrimler bir anda ortaya çıkmamıştır. Newton öncesi dönemde Kopernik, Kepler ve Galileo’nun üzerinde çalıştığı bilimsel araştırmalar Newton için belli bir birikim oluşturmuştur. Ancak tüm bu birikimler o dönem için belli bir düzen içerisinde değil bir karmaşa halindeydi. Newton, yaptığı çalışmalar ile birlikte hem yöntemsel hem de teorik olarak Kopernik ve Galileo ile başlayan bilim devriminin içinde bulunduğu bu karmaşanın nihai ifadesini ve tutarlı düzenlemesini temsil etmektedir.

Newton fiziği dönemin çözümlenmek istenen problemleri üzerine kurulmuştur. Örneğin gezegen hareketleri esnasında kendi yörüngesi üstünde kat ettiği mesafeden, herhangi bir zamandaki hızını bulmak, gezegenin hızından ise herhangi bir anda yörüngesinin neresinde bulunacağını hesaplamak gibi problemleri çözümlemek için uzunluklar, alanlar, hacimler ve sıcaklıklar gibi niceliklerin değişme oranı üzerinde düşünerek diferansiyel integral hesabı bulmuştur. Dönemin başka bir problemi olan ve Galileo’nun eylemsizlik ilkesi ile değişikliğe uğramış hareket yasasının gök mekaniğini ilgilendiren boyutu olan gezegenlerin neden hep aynı yörüngede kaldığı problemini ele alarak evrensel çekim kanunu kanıtlamıştır.

İleride hem görelilik hem de kuantum teorisinin temelini oluşturan kütle çekim yasası, hareket problemini yeniden ele alarak gezegenlerin neden git gide uzaklaşmaları gerekirken Güneşin etrafında uzaklaşmadan döndüğünü açıklığa kavuşturmuştur. Newton bunu Palton’dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galileo’nun ölçtüğü gravatisyonda bulur. Buna göre Dünya’nın çevresinde dolanan Ay’ı yörüngesinde tutan kuvvet ile taşın yere düşmesini sağlayan kuvvet aynıdır. Newton’a göre evrendeki kütlesi olan her cisim birlerini kütleleri ile doğru aralarındaki mesafenin karesine ters oranda çeker. Buna bağlı olarak iki cismin arasındaki mesafe ne kadar çok ise çekim kuvveti de o kadar azdır. Çekim yasasında kütle kavramı da oldukça önemli olup hacimlerin pek bir önemi yoktur. Bu nedenle iki cisim arasındaki mesafe ölçülürken cisimlerin hacim merkezleri değil, kütle merkezleri baz alınır.115

Gök mekaniğinin dışında fiziksel nesnelerin hareketlerindeki değişmeleri açıklayabilmek ve bir cisme etki eden kuvvetler ile cismin hareketi arasındaki ilişkiyi açıklamak için üç ayrı yasa tespit edilmiştir:

1. Eylemsizlik yasası olarak isimlendirilen bu yasa, eğer bir cisim hareketsiz ise

Veya doğru üzerinde sabit bir hızda hareket ediyorsa üzerine bir kuvvet uygulanmadığı sürece bulunduğu durumu sürdüreceğimi belirtir. Newton bunu, her cismin üzerine uygulanan kuvvetler yoluyla durağan ya da doğru bir çizgide biçimdeş devim durumunu değiştirmeye zorlanmadıkça o durumu sürdürür şeklinde açıklamıştır.

2. İkinci yasa olan F = m a, bir cisme etki eden “F” kuvvetinin, cismin kütlesi olan “m” ile ivmesi “a” ya eşit olduğunu belirtir. Yani devim değişimi uygulanan devindirici kuvvet ile orantılıdır ve o kuvvetin uygulandığı doğru çizginin yönünde olur.

3. Etki- tepki yasası olarak da bilinen üçüncü yasa iki cismin birbirleri üzerindeki etkilerinin her zaman eşit büyüklükte ve zıt yönlerde olduğunu belirtir. Her etkiye veya her eyleme karşıt olan eşit bir tepki vardır ve aykırı parçalara yöneliktir.

Newton’un hareket yasası olarak da bilenen bu yasalar temel olarak Newton’un evrenin fiziksel yapısının parçacıklar olarak adlandırılan, sonsuz küçük maddi noktalardan oluştuğu kabulüne dayanmaktadır. Bu parçacıklar kütle, elektrik yükü ve konum içermektedir. Aynı zamanda bu parçacıklardan oluşan nesnelerin davranışları prensipte kendilerini oluşturan parçacıkların davranışları tarafından belirlenir. Bu bağlamda felsefi içerimleri olan Newton mekaniği zamanın belirli bir anı için evrendeki herhangi bir parçacığın konumunun ve diğer içsel özelliklerinin ayrıca parçacığın konumunun zaman içindeki değişiklilerin öngörülebilir olmasından dolayı determinist bir yapıdadır.

Daha önce belirttiğimiz gibi kuantum fiziği gibi bilimdeki birçok yeni kavrayış

Newton fiziği üzerine kurulmuştur. Bunu kuantum fiziği özelinde ele aldığımızda Newton’un optik alanında yaptığı çalışmalar oldukça önemlidir. Newton’un ışık hakkındaki fikirleri çoğunlukla katı cisimlerin ve gezegen yörüngelerinin davranışları hakkındaki fikirlerine dayanmaktadır. Newton, cisimlerin davranışlarına yönelik gündelik bilgilerinizin yanıltıcı olabileceğini ve bir cismin ya da parçacığın dışarıdan herhangi bir etkiye maruz kalmadığı durumlarda yeryüzündeki bir parçacıktan farkı davranması gerektiğini fark etmiştir. Bundan yola çıkarak ve aynı zamanda ışığında diğer nesneler gibi tanecili bir yapıdan olduğunu kabul ederek;

– Işık, ışıklı nesnelerden çıkan çok küçük taneciklerden oluşur

– Işık tanecikleri tamamen olağan ve mekanik kanunlara bağlıdırlar

– Işık tanecikleri sert bir cisim ile karşılaştığında, bazı kuvvetlerin etkisiyle sapmaya uğrar, şeklinde ilkeler öne sürmüştür.

Özellikle Newton’un ışığı parçacık halinde kabul etmesi ve bu fikrini desteklemek için çeşitli açıklamalar ve ilkeler öne sürmesi kuantum fiziğinde ışığın hareketi hakkında önemli bir yer teşkil etmektedir. Daha sonra ele alacağımız Einstein’ın foto elektrik hakkındaki çıkarımları Newton’un ışığın parçacıklı bir yapıda olması ve Thomas Young’un (1773- 1829) “dalga kuramının” bir sentezi olduğunu göreceğiz.

Newton tarafından formülleştirilen bu yasalar evrenin yapı ve işleyişinin mekanik nitelikte olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu mekanik anlayış içinde, her olgunun nedenini başka bir olguda aramak gerekir. Her ne kadar Newton, Tanrı kavramına başvurmaksızın evrenin açıklanamayacağı inancında olsa da onun açtığı bilimsel yolundan ilerleyenler bunun aksinde bir düşüncede olup, evrenin salt mekanik kavramlarla açıklanabileceği savında bulunmuşlardır. 19. Yy. Isı, ışık, elektrik ve kimya problemlerinin mekanik yöntemlerle çözümlenebileceği görülünce, mekanik dünya görüşü kuantum teorisinin ortaya çıkışına kadar dönemin bilimsel görüş olarak kabul edilmiştir.

2.1.2. Işığın tabiatı ve elektromanyetizma

Kuantum teorisi ışığın tabiatının anlaşılma çalışmalarından ortaya çıkması nedeniyle konunun daha anlaşılabilir olması için ışığın yapısı hakkında ortaya atılan görüşler önem arz etmektedir.

Işık ve onun niteliğine yönelik görüşlerin geçmişi çok eski olmakla birlikte ilk kez köklü ve ayrıntılı olarak 17. Yüzyılda Newton’un yaptığı tanecik ve Grimaldi’nin (1618- 1663) ileri sürdüğü ve daha sonra Huygens’in (1629- 1695) geliştirdiği dalga kuramı olarak iki farklı şekilde ortaya çıkmıştır.

Huygens, ışığın parçacıklardan değil, dalgalardan meydana geldiği düşüncesindeydi. Teorisini ilk kez 1678’de Paris Bilimler Akademisi’nde açıklayan Huygens bu düşüncesini daha sonra tam ve ayrıntılı biçimde yayınladığı Traite de la Lumiere adlı kitabında ortaya koydu. Tüm uzayın baştan aşağı dolduran bir ortamın ( ether- esir) varlığını kabul eden Huygens son derece ince ve elastik nitelikte olan bu ortamın, ışığın yayılma hareketi için gerekli olduğunu iddia etmiştir. Ona göre, ışık saçan bir nesne bulunduğu mekânda belli aralıklarla bir titreşim oluşturur. Bu titreşimlerin yol açtığı düzenli küresel dalgalar her yana ve yöne yayılır. Huygens bu dalgalar üzerindeki her noktada yeni küresel dalgalara yol açan bir titreşimin var olduğu, böylece dalgaların kendi kendilerini harekete geçirerek yayıldığını ileri sürmektedir.

Newton ise ışığın yapısı ve davranışını, maddenin parçacıklardan oluştuğunu görüşüyle paralel olup ışığında parçacıklardan oluştuğunu söyler. Bu fikrini desteklemek için güneş ışığını bir prizmadan geçirerek “spektrum” adını verdiği bir renk demeti elde ederek beyaz ışığın bütün renklerin üst üste binmesi olarak açıklamıştır.

Işığın tıpkı bir silahtan saçılan kurşunlar gibi kaynaktan yayılan ışık taneciklerinin akımından oluştuğunu iddia eden Newton , dalga kuramına itiraz ederek bu kuramın benimsenmesi durumunda başta ışığın doğrusal yayılması olmak üzere, yansıma, kırılma ve renklerin oluşumu gibi belli başlı optik konularının açıklanmasının olanaksız olduğunu belirtir. Newton’un geliştirdiği bu itirazlar ve Huygens’in kuramının yeterince güçlü ve güvenilir olmaması o dönem için Newton’un kuramını daha kabul edilebilir kıldı.

18. yüzyıla gelindiğinde Thomas Young (1773- 1829) bir deney yaptı. Young bu deneyde tek renkli ışığı, birbirine çok yakın iki dar yarıktan geçirdi. İki dar yarıktan geçen ışık arka tarafta bulunan ekran üzerinde parlak ve karanlık bantlar oluşturdu. Yarıklardan biri kapatılınca bu bantların yok olması nedeniyle Young ışık ışınlarının tıpkı denizdeki dalgalar gibi, bazen birbirlerini güçlendirdiğini bazen de yok ettiğini fark ederek bu durumu ışığın da dalgalar halinde yol aldığı şeklinde izah etmiştir. Çift Yarık deneyi olarak da bilinen Young’un bu deneyi ışık hakkında yapılan tartışmalarda dalga teorisinin lehinde bir adım olmuştur.

İngiliz fizikçi James Clerk Maxwell de 1865’te ışığın yayılması ile ilgili olarak elektrik ve manyetik kuvvetleri açıklamada kullanılan bir kısım kuramları bir araya getirerek konuyu farklı bir boyuta taşımıştır. Aslında elektrik ve manyetik kuvvetler eski dönemlerden beri biliniyor olsalar da elektrik yüklü iki cisim arasındaki gücü yöneten nicel yasalar ancak 18. Yüzyılda saptandıktan sonra 19. Yüzyılın başlarında bazı fizikçiler manyetik kuvvet yasalarını belirledi. Maxwell matematiksel olarak, elektrik ve manyetik güçlerin birbirlerine doğru hareket eden parçacıklardan kaynaklanmadığına açıklık getirdi.

Yani her elektrik akımı ve yükün, bulunduğu uzayda bir alan yarattığı ve bu alanın uzaydaki her elektrik akımına ve yüküne bir kuvvet uyguladığını ortaya çıkararak elektrik ve manyetik kuvvetleri tek alanda birlikte taşındığını keşfetti. Elektrik ve manyetiğin aynı kuvvetin ayrılmaz parçaları olduğunu keşfettikten sonra buna “elektromanyetik kuvvet” adını verdi ve bu kuvveti taşıyan alana da “elektromanyetik alan” dedi. Maxwell’in bu kuramı ışığın dalga halinde uzayda nasıl hareket ettiğini daha açıklayıcı bir şekilde destekleyerek Newton’un zayıflayan kuramını bir adım daha geçmiştir.

Işığın davranışı ile ilgili konu daha sonra tekrar Einstein tarafından tekrar ele alındı.

Einstein öncelikle foto elektrik etkisi problemine yönelik çalışmalarda bu problemin ancak ışığın tanecik veya paketçiklerden oluştuğu varsayımıyla açıklanabileceğini söylemiştir. Einstein bu paketçiklere “foton” adını vermiş ancak ışığın dalga olmadığı varsayıldığında, kırınımın ve girişimin açıklanamayacağını bildiği için dalga fikrinden de vazgeçmedi. Bu nedenle her iki kuramı da gözeterek “Bazı ışık olayları dalga kuramıyla bazılarını da foton kuramıyla açıklamamız gerekir” varsayımını oluşturmuştur.

Oluşturulan bu varsayımla birlikte Einstein, “foton kuramı” ile bu iki kuram arasında bir köprü kurmuştur. Bu köprü dalga boyu kavramından foton enerjisi kavramına geçmeye olanak sağlamıştır. Yani her dalga boyuna belli bir foton enerjisi ve her foton enerjisine de belli bir dalga boyu karşılık gelmektedir.134 Daha sonrasında kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket bu parçacıkların davranışları “kuantum mekaniksel bir davranış biçimi” olarak adlandırılmıştır.

Işığın davranışlarıyla ilgili tüm bu kuramlar kuantum teorisinin hem çıkış noktası olmuş hem de teorinin gelişmesinde ve gönümüzdeki haline kavuşmasında önemli katıklar sağlamıştır.

×