Hayat Nedir? Yaşamak Neye Denir?
Hayat; evrenin, galaksilerin, gezegenlerin, dünyanın, dünya üzerindeki canlı, cansız (mutlaka enerjiye sahip olduğunu bildiğimiz maddelerin) bütün varlıkların, bütün oluşumların sonsuzluk içerisinde belirli bir düzende ve seyirde var olma süresidir.
“Yaşam, canlı ve etkin bir varlığı ölü bir varlıktan ayıran niteliktir.” Bu yüzden yaşamak, varlıkların hayata kattığı anlama, hayatta var olmak için gösterdiği çabaya, isteğe ve harcadığı enerjiye denir.
Felice Leonardo Buscaglia, şöyle demiş “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek” isimli kitabında; “Yaşamak, yaşama etkin biçimde katılmak demektir. Yaşam ellerinizi kirletmek demektir. Yaşam her şeyin tam ortasına dalmak demektir. Yaşam yüzükoyun yere düşmek demektir. Yaşam kendinizi aşmanız yıldızlara ulaşmanız demektir.”
Buscaglia, bu tanımıyla yaşamı iyisiyle kötüsüyle kabul edin diyor bizlere..
Her adımında kazanma umudu olan insanoğlunun, bir gün var olanları teker teker kaybedebileceğinin bilincine vardığı bir güzergâhtır yaşamak. İyilik, kötülük, doğruluk, güzellik, çirkinlik, varlık, yokluk, cesaret, korku, pişmanlık, acı, heyecan, inanç, umut, mutluluk bütün bunları duymak, farkında olmaktır yaşamak. Bir durumu, bir duyguyu yaşamak, bir eylemde bulunmak bize hayatta olduğumuzu hissettirir. Ve eyleme geçebilmek için umuda, inanca ihtiyaç vardır. Bizler ne kadar karamsar olursak olalım umut olmadan yaşayamayız. İnsanın en büyük karamsarlığının devasa karanlığında bile kuzey yıldızı gibi parlamaya hazır, ona yön gösterecek küçük bir kıvılcımdır umut.
Umut ışığı güneş gibi parlayanların dayanağı da nihayetinde kötülük cezalandırılacak, iyilik mükafatlandırılacak inancıdır. Bu umuda tutunan insanlar zorlukları daha kolay aşarlar, hayatı daha kolay yaşarlar. Her ne kadar tanış olduğumuz, arkadaşlık, dostluk veya gönül ilişkileri kurduğumuz bazı insanlardan cennetimiz sandıklarımız cehennemin dibi olsalar da orada burada değil şeytanın içimizde olduğu düşüncesine iten durumlar yaşasak da bir zaman sonra inanmak ile umut yüreğimize hızla ve yeniden yüklenir.. Yaşamak hissetmekle, harekete geçmekle yeniden başlar. Sadece toplumun, devletin, aile büyüklerinin, arkadaş, akraba vs. çevrenin beklentilerini, bizden istediklerini karşılamak, koyulan kurallara, yasaklara uymak, verilen ödevleri yapmak, görev adamı olmak hayata değer veriyoruz anlamına gelmez. Hayatı yaşıyoruz anlamına gelmez.
Yemek, içmek, üremek ve gelişmek gibi şeylerin yanında nefesimizin farkında olmak, düşüncelerimizi, kalp atışlarımızı duymak, bir çiçeğin kokusuyla mest olmak, çıplak ayakla bastığımız toprağın, yağmur damlacıklarının tenimize dokunuşunu hissetmek, vicdanımızı dinlemek, hayal kurmak, plan yapmak yaşamaktır. Bütün bunlar yaşam denen enerjiden kaynaklanır ve hayatta olduğumuzu, hayata değer kattığımızı gösterir.
Ağlamanın ruhu arındıran, kalbi ferahlatan, sinirleri yatıştıran yönüne; gülümsemenin hatta içimizden coşkuyla koparak gelen kahkahaların güzelleştiren iyileştiren bulaşıcı gücüne sıkı sıkı sarılarak hayatı yaşamak gerekir.
Yaşamak, hayata verdiğimiz değerdir ve onun için harcanan efordur. Ama ne yazık ki bize verilen isimlerle ve rollerle biricik olan hayatımızın içerisinde çoğu zaman amaçsız, hiçbir şey üretmeden ya da üretirken fark etmeden var oluyoruz.
Üreten insanların çoğu kolaycı, üretemeyen insanların çoğunluğu da alaycı.. Gelişen teknoloji fayda sağladığı kadar zarar da veriyor, toplumlar ahlak erozyonunu en şiddetli biçimde yaşıyor, sevgi, saygı hiç ediliyor. Müziğe, resime, edebiyata, sanata dair bütün ürünlerde değer anlayışındaki kuşaklar arası farklılıklar öylesine büyük ki göze batan derin uçurumlar meydana geliyor ve bu sebeple kuşaklar arasındaki çatışmalar kaçınılmaz oluyor. En önemlisi de yarattığımız uçurumlar, mesafeler yargıladıklarımız oluyor.
Hiç kuşkusuz hayatı boyunca yaşam enerjisini daha çok başkalarının hayatlarıyla meşgul olarak tüketenler, başkalarına fedakarlıkta sınır tanımayanlar, kendi hayatlarını başkalarının mutluluğuna adayanlar mutlaka; kendi acılarını duymamak için kendinden kaçanlardır, başkalarının acılarıyla oyalananlardır. Fedakârlığın bir başka türlüsünü de zamanını başkalarının hayatlarını takip ederek, izleyerek, onları konuşarak, eleştirerek ya da özenerek onların hayatlarıyla meşgul olarak yaşayanlar yapıyor. Günümüzde bunların bir kısmını sosyal medya zorbaları, bir kısmını ise kendinin ve ailesinin ihtiyaçlarını unutmuş olan, faydalı hiçbir zanaat, hiçbir sanat icra etmeyen sosyal medya fenomenlerinin her türlü maddi ve manevi sömürüsüne maruz kalanları oluşturuyor.
Herkes birbirinin ahlâk bekçisi olmuş ama hiç kimsenin kendinden haberi yok. En çokta ahlâk sahibi olmak için bir dine mensup olunması gerektiği gibi bir yanlış inanca sahip insanları ve tutumlarını yadırgıyorum. Bu düşünce bana çok uzak. Bence bir insan için ahlâklı veya ahlâksız ifadeleri kullanıldığında o kişinin dinsiz veya dindar olduğu ile ilgili bir bilgiyi değil, sadece doğruluk, dürüstlük, vicdan, yalan, iftira, saygısızlık gibi değerlerle ilgili ifadelerin anlamını idrak etmek yeterlidir. Bu değer yargılarını önemseyen herkes gibi ben de kendi kusurlarını, ayıplarını bir çuvala basıp, başkasının ayıplarını duvara asan mahalle baskısı veya el alem denen figürün yerine geçen sosyal medya zorbalarının çağımızın en büyük ahlaksızlığını işlemekte olduğunu düşünmekteyim.
Zararlı ve kötü emelli sosyal medya hesaplarını şikâyet edip insanları uyarmaktan bahsetmiyorum. Koca dünya ve onun bin bir türlü sosyal medya platformlarında insanların maneviyatlarına, inançlarına veya inançsızlıklarına, giyim tarzına, mesleğine, icra ettiği sanata saldırmakla nereye varabiliriz. Oysa insan ömrü kendi kusurlarını, ayıplarını düzeltmeye bile yetmez. Herkes kendi eksikleriyle meşgul olsaydı dünyada düzen ne güzel olurdu değil mi?
İnsanlar yaralarınızla neden ilgileniyor? Yanınızda olmak istemeleri size kendinizi iyi hissettirmek mi yoksa sadece size akıl vererek, öğüt vererek kendinizi güçsüz ve zayıf hissetmenizi, kötü hissetmenizi sağlamak mı? Ya da istedikleri sadece kendi eksiklerini, kusurlarını, zayıflıklarını, korkularını, üzüntülerini, acılarını unutmak mı?
Kendi dışında herkesin yaşantısına hakem olmaya meraklı insanlar, iş kendi hayatlarına geldiğinde oyunun kurallarını değiştiriyor, “o zaman öyleydi şimdi böyle” diyorlar.
Hazır menfaatten söz açılmışken menfaati kadar insan olabilenlere de biraz değinmek istiyorum. Muhtemelen sevgi yumağı, hayvan dostlarımız kedilere “Nankör Kedi” yakıştırmasını da nankör bir insan yapmıştır. Dünya nankör kedilerle değil, nankör insanlarla doludur. Bir insana hiç kimseden hatta ailesinden bile görmediği sevgiyi, saygıyı, ilgiyi gösterseniz sizden hızla uzaklaşır.
Hayat öyle acımasızdır ki içinizdeki ufacık beklentilerin yerine büyük hayal kırıklıkları bırakan bencil insanlar tanıtır size.. Bunlardan birine güzel bir şiir iletseniz veya birlikte bir film izlemek isteseniz, birlikte bir kitap bitirmek isteseniz daha sonra derler. Gün gelir artık gördüğünüz kabalıklar ve umursamazlıklar yüzünden kendinizden özür dilersiniz. Bir gün bir kanalda Cemal Süreya’dan bir şiir seslendirmesi dinliyordum oraya birisi şöyle bir yorum yazmıştı;
“Kendimden özür diliyorum, bu güzel şiiri daha sonra dinlerim diyen birisine ilettiğim için..”
“Affetmeli miyim kendimi, ‘Günaydın’ mesajıma ‘İşim var meşgulüm’ diye yanıtlayan bir insanı hayatıma aldığım için..” demişti bir diğeri.
İçinizdeki bütün hevesleri ve isteği tüketmiş olmalarına rağmen, küçük beklentilerinizi büyük hayal kırıklıklarına uğratan insanları affedebilir misiniz? Belki.. Ama yaşam alanınız kimsenin kendi hayatına sadece renk katmak için girdiği bir yer olmamalıydı, kimsenin adrenalin pompalamak istediği için uğradığı bir lunapark olmamalıydı değil mi?
İnsan hayatı bu kadar hoyratça tüketmemeli! Arada bir gerçekten nefes alıp, oturup düşünmeliyiz, yaşamak ne demek kendimize sormalıyız:
Anlatılanla yaşanılan bir mi? Sözlere mi inanmalı, yaşatılanlara mı bakmalı?
Yaşanılanla hissedilen bir mi?
Her ayrılık üzer mi?
Her kavuşma güzel mi?
Her özleme bir vuslat şart mı?
Kalabalıklar içinde mi yoksa herkesten uzakta mı yalnızız?
Yağmuru mu seyretmek daha güzel, yoksa dolunayı mı?
Her sabah güneşe gülümseyince her gün mutlu olunur mu?
Ne bekliyoruz yarından?
Ne istediğimizi biliyor muyuz?
‘Eyvah’ larımıza ne kadar uzak, hayallerimize ne kadar yakınız?
Hastalıkta ve sağlıkta, her şeye rağmen hayat yaşamaya değer mi?